FB TW PIN NWS

sadrazam

sadrazam

Sadrazam ya da vezîr-i âzam, Osmanlı İmparatorluğu'nda padişah adına devlet işlerini yöneten en yüksek derecedeki devlet adamı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, günümüzdeki anlamıyla başbakanlık görevini üstlenen kişiye sadrazam adı verilirdi. Fakat sadrazam sözcüğü, XVII. yüzyılın ikinci yarısından, Köprülü Mehmet Paşa’nın iktidara geldiği 1656’dan başlayarak dilimize yerleşmiştir. Ondan önce Osmanlı İmparatorluğunda sadrazam yerine “vezir-i azam” unvanı kullanılırdı. “Azam” sözcüğü Arapçada “en büyük” demektir.

Sadrazam, VEZİR-İ AZAM da denir. Osmanlı Devleti'nde bugünkü başbakan durumunda olan vezir-i azama verilen isim, padişahın vekili olarak görev yapar ve onun altın mührünü taşırdı. Divana başkanlık eder, padişah sefere katılmıyorsa ordunun başına geçer, bu görevi sırasında Serdar-ı Ekrem sıfatıyla padişahın bütün yetkilerini kullanırdı.

Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde sadece vezir tanımı kullanılmaktaydı. Orhan Gazi saltanatındaki dört vezir ilmiye sınıfından vezirliğe yükselmiştir. I. Murat saltanatında Çandarlılar kazaskerlikten vezir olmuşlar, aynı dönemde vezir sayısının artmasıyla, önce "birinci vezir", "ikinci vezir" tanımları, daha sonra da "vezir-i azam" ve nihayet "sadrazam" ünvanı verilmeye başlanmıştır. 15. yüzyıl sonlarına kadar vezir adedi üçü geçmemiştir. Vezirler Divan-ı Hümayun'da, Kubbealtı'nda toplandıkları için, kendilerine "kubbe veziri" veya "kubbenişin" ismi de verilmiştir.

Sadrazam hükümdarın mutlak vekili sıfatıyla onun tuğralı mührünü taşırdı. Bu nedenle sadrazamın sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti. Nitekim Fatih Kanunnamesi’nde sadrazamın devlet içindeki yeri şu şekilde yazılıdır:

"Bilgil ki vüzera (vezirler) ve ümeranın (emirler), vezir-i azam, başıdır, cümlenin ulusudur, cümle umurun vekil-i mutlakıdır ve malımun vekil-i defterdarıdır ve ol vezir-i azam nazırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden mukaddemdir (önce gelir)."

Güçlü hükümdarlar tarafından tayin edilmiş dirayetli sadrazamlar devlete büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Ancak 16. yüzyıl sonlarından itibaren devletin duraklama dönemine girmesinin sonucu ve/veya amili olarak siyasal erk boşluğunu Valide Sultanların, saray personelinin (hanımağası gibi) veya başına buyruk davranabilen Yeniçerilerin doldurması sadrazamların konumunu ve vasıflarını zayıflaştırmıştır. Yine de, duraklama ve gerileme dönemlerinde de çok değerli sadrazamların göreve geldiği olmuştur.

Tanzimat'tan itibaren sadrazamlar daha ziyade Batılı anlamda "kabine şefi" görevini yürütmüşler, bir yandan da padişaha muhalif bir güç olabildikleri gibi, muhalif mihraklara dayanan bir çizgi de izleyebilmişlerdir. Son dönemde sadrazamlar daha sık değişmişlerdir.

“Vezir-i azam” da Farsça bir terkiptir ve “en büyük vezir” anlamına gelir. “Sadr” ise Arapçada “göğüs” anlamına gelir. Fakat mecazi anlamı “her şeyin önü, önünde giden, ilerisi, başı”dır. “Sadr-ı azam” olan bu sözcüğü bizler Türkçe okunuşuyla “sadrazam” yazıyoruz. Ancak 1656’dan sonra, hatta XVIII. yüzyılda bile sadrazam yerine zaman zaman vezir-i azam kullanılmaya devam etti. Sonraları, özellikle XIX. yüzyıldan başlayarak ise vezir-i azam sözcüğü yerini tamamen sadrazama bıraktı. Bununla birlikte padişahlar tarafından sadrazama verilen bütün mühr-i hümayunlarda hiç bir zaman sadrazam sözcüğü kullanılmamış, Osmanlı İmparatorluğu yıkılana kadar eskisi gibi hep “vezir-i azam” şeklinde mühür kazılmıştır.

“Vezir” sözcüğü de Arapça kökenlidir. Abbasiler’de, Selçuklular’da, Timurlular’da tek vezir vardır. Başbakan yerindedir. Osmanlılar döneminde de başlangıçta tek vezir varken sonradan çoğalınca, başbakan makamında olan birinci vezire “ulu vezir” ve sonra “vezir-i azam” denilmiştir. “Sadrazam” sözcüğü Safevi Türk İran İmparatorluğu’nda, bazen Timurlu Türk Hindistan İmparatorluğu’nda da kullanılmıştır. Fakat bu sözcük yalın şekilde kullanıldığı zaman yalnız Osmanlı sadrazamı anlaşılır. Fransızca’da “le grand vizir = büyük vezir”dir ve diğer Avrupa dillerinde de bu şekildedir.

Sadrazam, devletin her türlü işinden sorumlu olan en yüksek görevlidir. Padişah dışında, hanedanlığın diğer üyelerinin de sadrazamdan önce geldiği farz edilirse de, bu yalnızca kuru bir protokolden ibarettir. Başlangıçtan sona kadar sadrazam, padişahtan sonra gelen adam olmuştur. Fatih döneminden başlamak üzere Divan-ı Hümayun‘un başkanlığını da sadrazamlar yani vezir-i azamlar yapmaya başladı. Padişah, devlet yönetimini -mührünü teslim ederek- sadrazama bırakırdı. Ama elbette her zaman son söz padişahın olmaya devam ederdi. Sadrazam hükümetin başı olduğu gibi, başta ordu olmak üzere, her şeyin başıdır, her şeyden sorumludur.

Çandarlı sülalesinin 1453’te katledilmesine kadar vezir-i azam, tıpkı diğer İslam devletlerinde ve Selçuklular’da olduğu gibi ulema ya da mülkiye sınıfından gelirdi, yani sivildi. 1453’te İstanbul’un fethinin ardından sadaret makamı, Tanzimat dönemine kadar, askeri-mülki bir görev oldu. Ancak Tanzimat’ın ilanından sonra siviller, çok ender olarak da askerler bu makama getirilir oldu. Elbette 1453’le Tanzimat arasında da dönemde mülkiyeden sadarete yükselen hayli kimse vardır. Fakat bunlar, sadarete geldikleri zaman, askeri sınıfa da geçmiş sayılmışlardır. Bu suretle Fatih’in sadaret makamını askerileştirmesi ve bunun 4 yüzyıla yakın sürmesi, Osmanlılar’a has bir devrimdir. Zira Osmanlılar’ın selefi olan Selçuklular’da bu makam, mülkiye ve kalemiyye’ye mahsustu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk veziri Alaaddin Paşa’dan başlamak üzere uzun yıllar boyunca tek vezir vardı ve yalnızca “vezir” denirdi. 1362’de I. Murat döneminde 2. vezirlik ortaya çıkınca, ilk vezire otomatik olarak “vezir-i azam” denilmeye başlandı. Sonradan vezir sayısı her devirde, imparatorluk genişledikçe arttı. XV. yüzyılın sonlarına kadar 3 kişiden fazlasının aynı anda vezir unvanı taşıdığına pek rastlanılmaz. Fakat vezir unvanı olanların sayısı XVII. yüzyılda oldukça artarak 40-50’yi bulmuştur. Dünyanın hiç bir devletinde “mareşale” karşılık olan bu rütbedekilerin aynı anda 40-50’yi bulduğu görülmemiştir. Fakat Osmanlı gibi çok geniş bir imparatorlukta bu durumu biraz doğal karşılamak gerekir. Çünkü bu yüzyılda eyaletlerden yarısından fazlasına gitgide vezir payesinde beylerbeyi gönderilmeye başlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yurttaşı olan bir kişinin yükselebileceği en yüksek makam sadrazamlıktı. Bundan daha ilerisi olanaksızdı. Çünkü daha ötesinde zaten tek bir makam vardı: padişahlık. Ancak padişah olmak için de Osman Gazi’nin soyundan gelmek ve erkek olmak koşulu vardı. Şehzade olmayan bir kimsenin padişahlığı düşten öte bir şey değildi. Büyükbabası padişah olan, yani anne tarafından Osmanoğlu olan Sultanzadeler bile böyle bir şeyi hayal edemezlerdi.

Doğal olarak Osman Gazi’nin soyundan olmayanlar için mücadele en fazla sadrazam olmak için yapılabilirdi. Ancak mührü vermek de padişahın takdirinde olduğu için, bu mücadele de büyük ölçülere erişemez, perde arkasında gerçekleşirdi. Ancak bir gerçek vardı: Avrupa’da olduğu gibi bu makama yükselmek için kont, dük, baron vb. soyluluk payeleri taşımak gerekmezdi. Keza Abbasiler’de ya da birçok Türk devletlerinde vezirlerin, en büyük soylu ailelerin içinden seçildiğini biliyoruz. Oysa Osmanlı’da köle kökenli bile olsa, en mütevazı adamın oğlu bile olsa (bir kapıcının oğlu olan Ali Paşa gibi) her Osmanlı yurttaşı bu makama yükselebileceğini umut edebilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda sadrazam olmak için yalnızca iki koşulu yerine getirmek gerekiyordu:
Müslüman olmak,
Türkçe bilmek.

Kısacası Osmanlı İmparatorluğu tebaası olup, Türkçe konuşabilen bir Hristiyan ya da başka dinden birinin dinini değiştirip Müslüman olması durumunda sadrazam olma umudu taşımaması için bir neden yoktu; bu yol sonuna kadar açıktı. Keza Osmanlı tarihinde beyaz harem ağaları içinden, yani hadım olan 5 kişi de sadrazamlığa kadar yükselmişti (Siyah sadrazam yoktur).

Fakat sadrazamlık makamında kalmanın süresi de padişahın iki dudağının arasındaydı. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda en uzun süre sadrazamlık yapan Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa 1364-1387 yılları arasında tam 22 yıl 4 ay sadrazamlık yapmışken, en kısa süre sadrazamlık yapan Zurnasen Mustafa Paşa’nın Mart 1656’deki sadrazamlığı yalnızca 4 saat sürmüştü.

Sadrazamların Gelirleri

Devletin en yüksek görevlisi olduğu için sadrazamların gelirleri de diğer görevlilerle kıyas edilemeyecek kadar yüksekti. Çünkü sadrazam ve vezirler, Osmanlı Devleti’nin otoritesinin, zenginliğinin, bizzat padişahın temsilcisi idi. Sadrazamın ihtişamı, devletin ihtişamı demekti. Padişahlar devletin gücünü ve zenginliğini göstermekten yoksun vezirleri, devletin ihtişamına ay­kırı bulduğu ve kendisini de temsil ettiği için azarlar ve varlıklı olmayanları var­lıklı kılmaya uğraşırdı. Örneğin III. Ahmet, yeni sadrazam olan damadı Nevşehirli İbrahim Paşa’ya, yalnızca koşumlarının değeri 100 kese (5 milyon akçe) olan muhteşem bir at hediye etmişti.

Osmanlı’nın göreceli olarak mütevazı bir döneme, cihan devleti olmanın eşiğinde bulunduğu, fakat henüz olamadığı döneme ait bir sadrazamı ele alalım: Babası da vezir-i azam olan Vezir-i Azam Çandarlı İbrahim Paşa, yalnızca kişisel servetiyle her gün 600 fakirin tüm gereksinimi karşılıyordu. Osmanlı’nın en parlak dönemimin vezir-i azamı olan Damat Rüstem Paşa öldüğünde, Kanuni Sultan Süleyman’ın tek kızı olan eşi Mihrimah Sultan’a -gayrı menkuller hariç- yalnız menkul (nakit, mücevher ve eşya) olarak günümüz parasıyla milyar dolarlarla ölçülen bir miras bırakmıştı.

Divan-ı Hümayun toplantısı Sadrazam Damat Lutfi Paşa sadrazamlığı döneminde (1539-1541), Asafname’sinde yılda 20 yük (2.000.000 akçe) hassı olduğunu, bunun yarısını dairesinin masraflarına, dörtte birini hayır işlerine harcadığını, dörtte birini de tasarruf ettiğini yazmakta ve kendisinden sonra gelecek vezir-i azamların da bu sistemi sürdürmelerini öğütlemektedir. Daha önce Fatih Kanunnamesi’ne göre sadrazam hassı 1.000.000 – 1.200.000 akçe idi; fakat o devirde akçenin değeri daha yüksekti.

Özellikle uzun süre sadrazamlık makamında kalan, savaşlara katılıp ganimetlerden pay olan, serdarı ekrem sıfatıyla muzaffer ordula­rın komutanı olan sadrazamlar muazzam servetler kazanırdı. Bununla birlikte Osmanlı tarihinde vezirlerin servetlerini her zaman yasal gelirleriyle elde ettiklerine ilişkin bir şey de yoktur. Birçok vezirin akıl almaz serveti, gayrı meşru yollardan kazanılmıştı. Osmanlı’ya rüşveti sokan Damat Rüstem Paşa ya da hiç bir parlak askeri kariyeri olmayan, açgözlülük, rüşvet ve gasp, kısaca­sı hırsızlıkla çok büyük servet edinen ve bırakan Vezir-i Azam Ko­ca Sinan Paşa, Vezir-i Azam Damat Nasuh Paşa bunlardandır. Değil rüşvet, armağan al­maktan bile nefret eden Köprülü Fazıl Ahmet Paşa gibi yasal yollardan bü­yük servet elde edenlerin yanında rüşvet ve gasp yoluyla zengin olan vezir ve vezir- azamların sayısı da az değildir. Hatta Özdemiroğlu Osman Paşa gibi kişisel servetini Tebriz’i kuşatan askerlere maaş olarak dağıtan vezir-i azamlar bile vardı.

Fakat Osmanlı devlet adamlarının servetlerinin tamamının soygun eseri ol­duğunu söylemeye olanak yoktur. Çünkü sadrazamlar çok yüksek gelirli haslarla o mevkiye atanıyorlardı. Sık sık padişahlardan büyük ihsanlar alırlardı. Avrupa hükümdar­ları, tâbi hükümdarlar, padişaha hediye yollarken, mutlaka sadrazama da çok değerli şeyler gönderirlerdi. Ayrıca pişkeş adı verilen, bir makama atanan kişilerin bağlılıklarını ve saygılarını göstermek için kendisine verdiği resmi armağanlar da sadrazamların önemli gelir kaynağıydı.

Tanzimat dönemi yenilikleri ile birlikte sadrazam ve vezirlere eskisi gibi has değil, altın para ile aylık maaş verilmeye başlandı. Fakat maaşlar çok yüksekti: Örneğin Abdülhamit II devrinde İbrahim Edhem Paşa 500 altın (5 Şubat 1877) Küçük Said Paşa 900 altın (18 Ekim 1879) Ahmed Arifi Paşa 1.000 altın (29 Temmuz 1879) Kıbrıslı Kâmil Paşa 750 altın (25 Eylül 1885) Halil Rıfat Paşa 850 altın aylık maaşla sadrazam oldular.

Yalnız Abdülhamit II döneminde resmi kayıtlara geçmeyen ama bilinen bir durum vardır. Sadrazam, şeyhülislâm, serasker (harbiye nâ­zırı) gibi önemli makamlarda bulunanlar, maaş­ları miktarında Abdülhamit II’ten gizli para alırlardı. Bu, kendisine karşı sürekli komplo kurulduğunu düşünen Abdülhamit II’in yüksek mevkilerdeki kişileri kendine sadık kılmak için bulduğu bir yöntemdi. Abdülhamit II’in bu ihsanı da aylıktı ve gününü hiç şaşmazdı. Örneğin 1.000 altın maliyeden maaş alan bir sadrazam, bin altın da Hazine-i Hümayun’dan alırdı.

1908 yılında Meşrutiyet’in ilanının ardından sadrazam maaşları da oldukça azaldı. Bu dönemden de bazı örnekler verelim: Hüseyin Hilmi Paşa 765 altın (14 Şubat 1909), Ahmet Tevfik Paşa 300 altın (14 Nisan 1909), İbrahim Hakkı Paşa 300 altın (12 Ocak 1910). Maaşların bu kadar çok düşmesi ister istemez sadrazamların harcamalarına da etki etti. Elbette Prens Sait Halim Paşa gibi babadan milyarder olanlar dışında.

El Öpmeden, Etek Öpmeye

Padişahlarınki kadar olmamakla birlikte, sadrazama ilişkin resmi protokol de çok ince ayrıntılarına kadar belirlenmişti. En basitinden, sadrazamların cenazesinin Fatih Cami’nde kılınması bir gelenek olmuştu. Padişahın hatt-ı hümayununun halkın önünde, askeri ve dini bir törenle okunmasıyla bir vezir sadrazamlığa adım atmış olurdu. Osmanlı’nın yıkılmasına kadar bu böyle oldu. 1920’de Osmanlı’nın son sadrazamı Tevfik Paşa’nın hatt-ı hümayunu da bu suretle Bâb-ı Ali’de okundu.

17. yüzyıla kadar sadrazamlar tüm devlet işlerini kendi kişisel konaklarında yürütürdü. Bu yüzyıldan sonra devlet işleri günümüzde İstanbul Valiliği’nin bulunduğu binadan yürütülmeye başlandı. Nişancı ya da reisülküttab gibi devletin merkez bürokrasisinin üst düzey yöneticileri dışında kalan diğerleri vezir-i azamın kapıkulu halkıydı.

III. Murat’ın cülûsuna kadar (22 Aralık 1574) kadar vezir-i azamlar padişahın elini öperdi. İlk kez III. Murat, babası II. Selim’in vefat ettiğini öğrenip vali olduğu Manisa’dan İstanbul’a geldiğinde, Sokollu Mehmed Paşa, protokolünün dışına çıkıp padişahın eli yerine eteğini öptü. Bu tarihten itibaren de sadrazamlar padişahın eli yerine eteğini öpmeye başladılar.

5 Ağustos 1650 tarihinde padişahla sadrazam arasındaki protokolde bir değişiklik daha gerçekleşti. Bu tarihte Damat Melek Ahmet Paşa, vezir-i azam olarak ilk kez 9 yaşındaki IV. Mehmet’in huzuruna çıktı. Çocuk padişahın tahtının karşısına, yüzyıllardır olduğu gibi sadrazamların padişahla konuşurken oturdukları iskemle konulmuştu. Melek Paşa, oturmak yerine ayakta konuşmayı tercih etti. Bu tarihten sonra da sadrazamlar uzun yıllar boyunca maruzatlarını ayakta padişaha bildirmeye başladılar.

1839 yılında bir değişiklik daha yaşandı. Sadrazamlar artık etek öpmeyi de bırakıp yalnız temenna ederek padişahı selamlamaya, karşılıklı koltuklara oturarak padişahla konuşmaya başladılar. Ne var ki bazı vezirler etek öpme âdeti ortadan kalkınca, padişahın huzuruna çıktıklarında bu sefer yeri öpmeyi âdet edinmişlerdi. Abdülhamit II padişah olur olmaz (1876), kim olursa olsun, huzurunda yer öpmeyi yasakladı. Yerden temenna ile saygı sunma ise yalnız padişaha ya da hanedan üyelerine karşı değil, büyük memurlara, hatta büyük bilim ve din adamlarına karşı da Osmanlı İmparatorluğu yıkılana kadar sürdü.

Serdar-ı Ekrem Olarak Sadrazamlar

Barış zamanı sadrazam, padişah adına, ordunun bütün işlerinden sorumlu en büyük âmirdi. Sefer zamanı orduya bizzat komutanlık yapabilirdi. Sefer zamanı orduya bizzat başkomutanlık yapan vezire “serdar”, vezir-i azama ise “serdar-ı ekrem” denilirdi.

Sadrazam, “serdar-ı ekrem” unvanıyla orduya komutanlık ettiği zamanlarda sözü tıpkı padişah gibi kanun sayılırdı. Padişah neye muktedirse o da aynı şeylere muktedirdi. Dilediğine vezir rütbesi verebilir, beylerbeyi (orgeneral) unvanı taşıyan paşaları bir sözüyle idam ettirebilir, diğer vezirleri azledebilirdi. Kısacası padişah ne yapabilirse sefer zamanı orduya komutanlık yapan vezir-i azam da onu yapabilirdi. Bu yetkileri sefer için İstanbul ya da Edirne’den hareket ettiği, sarayından çadırına geçtiği an başlar, Edirne ya da İstanbul’a dönüp seferi anlatmak üzere padişahın huzuruna çıktığı an sona ererdi. Padişahların seferden başarıyla dönen serdar-ı ekremlere armağanlar sunması âdetti. Bu bazen murassa (mücevherlerle süslenmiş kılıç) bazen de mücevherle süslenmiş taç olurdu.

Serdar-ı ekrem sıfatıyla sadrazam yahut sadrazam olmayan serdar, padişaha ait bu yetkileri kendi adına değil, padişah adına kullanırdı. Padişah, sefere çıkan serdar-ı ekrem ya da serdara, gerektiğinde kullanması için üzerine tuğray-ı hümayun çekilmiş boş beyaz kâğıtlar verirdi. Bu kağıtları serdar ya da serdar-ı ekremden başka kimse kullanamazdı. Zira böyle bir beyaz kâğıdın üzerini doldurmakla tahtlar devrilebilir, servetler kazanılıp kaybedilebilirdi. Bu kâğıtları başkasının kullanması kesinlikle yasaktı ve kullananlar en ağır cezaya çarptırılırdı. Örneğin 1590 yılındaki İran seferi sırasında Serdar-ı Ekrem Koca Sinan Paşa’ya verilen bu kâğıtlardan birkaçını, bazı divan kâtipleri çalmış ve suiistimal kendi çıkarları için doldurmuştu. Sahtekarlığın farkına varılınca, sahtekarlığı yapan üç divan katibi idam edildi; olaydan haberdar oldukları halde durumu bildirmeyen 6 divan katibinin de birer eli kesilip devlet hizmetinden çıkarıldı.

Sadrazamların birçoğu idam edilerek bu dünyaya veda etti. Osmanlı’da padişah emriyle öldürülen ilk vezir-i azam, Fatih Sultan Mehmed döneminde 10 Temmuz 1453 tarihinde katledilen Çandarlı Halil Paşa’dır. (Çandarlı sülalesi Osmanlı’da padişahlardan sonra en güçlü olan ailedir. İdam edilen son sadrazam ise 30 Mayıs 1821 tarihinde Benderli Ali Paşa’dır.

Benderli Ali Paşa’dan sonra bizzat padişahın açık fermanıyla olmayan ya da başkaları tarafından katledilen bazı sadrazamlar daha vardır. Bunlardan biri Abdülhamit II tarafından Taif’e sürdürülen ve muhaliflerini ezme konusunda kesin kararlı olan Abdülhamit II tarafından 7 Mayıs 1884 tarihinde gizli bir emirle boğdurulan Mithat Paşa’dır. Prens Sait Halim Paşa Roma’da, Talat Paşa ise Berlin’de Ermeni komiteciler tarafından katledilmiştir. Fakat bu ölümler idam değil, sıradan cinayetlerdir.