FB TW PIN NWS

6-7 Eylül Olayları

6-7 Eylül Olayları

6-7 Eylül Olayları, 6 Eylül 1955 akşamı İstanbul ve İzmir’de DP Hükümeti ile çeşitli devlet kurumları tarafından organize edildiği sanılan halk kitlelerinin Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atıldığına dair düzmece haberi bahane göstererek Rum ve diğer azınlıklara ait ev, işyeri ve dini yapıları iki gün boyunca talan etmesi suretiyle gelişen pogromun adı olup, İstanbul Rumlarınca “Eylül’de olanlar” anlamına gelen Septemvriana (Σεπτεμβριανά) adıyla anılmıştır.

6-7 Eylül Olaylarının Arka Planı

Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un Ağustos 1928’de İsmet İnönü’ye ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Bey’e gönderdiği mektuplarla Türk toprakları üzerinde hak etmediğini bildirmesinin ardından olumlu yönde gelişen Türk-Yunan ilişkileri, Venizelos’un İstanbul ve Ankara, Tevfik Rüştü Aras’ın Atina ziyaretleri, 1930’da Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik, 9 Şubat 1934’de Balkan Antantı ile 1938’de Türk-Yunan tarafsızlık antlaşmalarının imzalanmasıyla güçlü bir ivme kazanmıştır.

Taraflar arasında 12 Ocak 1934’te Venizelos’un Mustafa Kemal ATATÜRK’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ya da 1941 yılında Türkiye’nin Kurtuluş gemisi vasıtasıyla açlık çeken Yunanistan’a gıda yardımı yapması gibi dostluk gösterileri yaşanmıştır.

2. Dünya Savaşı sonrasında Müttefikler, Sovyet tehdidine karşı iki ülkeyi de Truman Doktrini kapsamında kucaklarken 5 Haziran 1947’de Marshall planından yararlanmalarını, Avrupa Konseyi’ne kabullerini sağlamış, Soğuk Savaş ortamında aynı tarafta yer almaları politik ve askeri olarak iyice yakınlaşmalarını sağlamıştır.

1954’te Balkan Paktı’nın yenilenmesinin ardından Yunanistan’ın, halkının büyük çoğunluğu Rum olan Kıbrıs’a self determinasyon hakkı tanınması için BM’ye başvurması üzerine Türk-Yunan ilişkileri ister istemez gerilmiştir. Kıbrıs üzerindeki ayrıcalıklarından olmak istemeyen İngiltere’nin ağırlığıyla başvuru kabul edilmeyince aynı yıl içinde adayı İngiliz yönetiminden çıkarıp Yunanistan ile birleştirmek (ENOSİS) isteyen EOKA adlı silahlı örgüt Georgios Grivas liderliğinde kurulmuş ve İngiliz güçlerine karşı gerilla faaliyetlerinde bulunmaya başlamıştır.

1 Nisan 1955’te başlayan EOKA saldırılarında 9 ay içinde 30 kişi öldürülmüş, 291 kişi yaralanmış, 1260 bina hasara uğratılmıştır. 21 Haziran 1955’ten itibaren sadece İngilizler değil Enosis önünde engel olarak görülen Kıbrıslı Türkler de hedef seçilmiş, EOKA Rumların Türklerle alışveriş yapmasını, Türklere toprak satılmasını hatta aynı otobüste seyahat edip konuşmalarını bile yasaklamaya çalışmıştır. İngiltere, Yunanistan’a karşı pozisyonunu güçlendirmek için adadaki Türk azınlığın varlığını bahane ederek Türkiye’yi de konuya müdahil etmiş, 30 Temmuz 1955’te İngiliz başbakan vekili Anthony Eden “Doğu Akdeniz’deki güvenlik konularını” görüşmek amacıyla bir konferans tertip ederek tarafları görüşmeye çağırmış, taraflar 29 Ağustos 1955 günü Londra’da buluşmak için sözleşmişlerdir.

İngilizler, Türklere konferans sırasında görüşlerini ne kadar sert ifade ederse o kadar olumlu olacağı telkininde bulununca Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, konferansın daha açılış konuşmasında Atina’ya Kıbrıs tavrında değişiklik yapmadığı takdirde Türkiye’nin Lozan Antlaşması’nı tekrar gözden geçireceği tehdidinde bulunmuştur.

Atina’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde Ağustos 1954 tarihli bir kayıtta Selanik’teki Atatürk’ün evinde meydana gelecek küçük bir tahribatın Türk-Yunan dostluğunu zedeleyebileceğine rastlanması, İngiliz Milletvekili John Strachy’nin İstanbul’da ki büyük Rum azınlığın Türkiye’nin garantisi olduğu ile İngiliz Dışişleri’nden bir bürokratın Türkiye’de halkın tepkisini gösteren birkaç olayın işe yarayacağı vurguları, İngiliz hükümetinin uluslararası sonuçları olabilecek bir olay için Ankara’yı kışkırtmış olabileceğini gösteren delillerdir.

İngiltere’nin Kıbrıs’taki askeri ve idari varlığını sürdürmesi, Türkiye’nin bu konferans’ta elde edeceği başarıya bağlı olup, 6-7 Eylül olaylarına, 27 Ağustos 1955’te Londra Konferansı’nın yarıda kesilmesi sebep olmuş, hatta olayların akabinde Yunan radyolarından birisi 6-7 Eylül’ü ‘İngiliz diplomasisinin planlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değil, bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir şey’ olarak yorumlamıştır.

Bu dönemde Adnan Menderes hükümeti, Türk kamuoyunun dikkatini 1950 sonrası yaşanan ekonomik durgunluktan uzaklaştırmak için Kıbrıs sorununu bir fırsat olarak görerek “milli mesele” haline getirmiş böylece DP’nin oy oranını da arttırabileceğini ummuştur.

DP milletvekilleri dışında muhalefetteki CHP ile Cumhuriyetçi Millet Partisi de Milli davayı sahiplenmekle kalmayıp Patrikhane ve İstanbul’daki Rum azınlık aleyhine bir kamuoyu oluşturmaya çalışmış, dönemin istihbarat örgütü Milli Emniyet Hizmetleri (MAH) Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) gibi oluşumları kullanarak Türk halkını azınlıklar aleyhine provoke etmeye çalışmıştır.

CHP gençlik kolları tarafından Kıbrıs’ın Yunanistan değil Türkiye tarafından ilhak edilebileceği şeklinde açıklamalar yapılmış hatta Adana’dan Kıbrıs’a gitmek için gönüllü toplamaya çalışmıştır.

6-7 Eylül Olayları önceden planlanmış mıydı?

1952’de Adnan Menderes ve Mehmet Fuat Köprülü’nün Atina ziyareti resmî heyetinde yer alacaklar, hükümete yakın olan Hürriyet gazetesi yazarı ve avukat Hikmet Bil (1918- 2003) Ağustos 1954’te kurulan ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) başkanı olurken, cemiyetin yönetim kurulu üyelerinden Kamil Önal’ın MAH üyesi ve gazeteci olması dikkat çekicidir.

Devletten kuruluşu sırasında 35.000 TL ve daha sonra da 200.000 TL maddi yardım gören ve Ağustos 1955’e dek 3 şubesi olan ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) 1 ay içinde 10 yeni şube açmış olup, aynı zamanda üyelerinin çoğunun da DP ve hükümetle ilişkili sendikalara üye olduğu 1961 Yassıada duruşmaları sırasında ortaya çıkarılmıştır.

İstanbul’da yayınlanan, Hürriyet, Yeni Sabah ile İzmir’de yayınlanan Gece Postası adlı gazeteler başta olmak Türk basını Patrikhane’nin Türkiyeli Rumlardan topladığı bağışları gizlice Kıbrıs’a yolladığını hatta Kıbrıs konusunda sessiz kalarak III. Makarios’u desteklediğini iddia ederek, 1955 yaz aylarında özenle linç havası yaratırken, 16 Ağustos günü Hikmet Bil, Kıbrıs Türklerinin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün Rumların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair bir mektubunu KTC’nin tüm şubelerine gönderip, üyelerinden Londra ve Atina’nın duyabileceği erkekçe bir ses çıkarmasını talep etmesi ile kamuoyu hareketlenmeye başlamıştır.

İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Yunanistan pasaportu taşıyan Türkiyeli Rumların yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken pek çok Türk soydaşlarına yardım için Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye topluca başvurmuştur.

24 Ağustos 1955 günü Liman Lokantası’ndaki bir yemekte Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine konuşan Adnan Menderes, 5 Eylül’de, Hikmet Bil ile yediği bir başka yemekte Dışişleri bakanı Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Londra’dan gönderdiği telgrafı okur: Zorlu, görüşmelerin çıkmaza girdiğini “dizginlenemeyen bir Türk kamuoyundan” söz ederek elini güçlendirebilirse iyi olacağını bildirmektedir.

Hikmet Bil’in bu dönemde sarf ettiği ‘Gelecekte adayı İngilizlerden devralınca oradaki Rumlara İstanbul’dakiler gibi iyi muamele edeceğiz’ sözlerinden hatta 28 Ağustos’ta yaptığı bir açıklamada Zorlu’nun ‘Kıbrıs’ın statükosunda yapılacak en ufak değişikliğin Lozan antlaşmasının tadili ve hatta feshi zaruretini ortaya çıkaracağını ve bunun neticesi olarak Batı Trakya, On İki Ada ve İstanbul Rumlarının durumunun yeniden gözden geçirileceğini’ açıkça belirtmesi İstanbul Rumlarının Türk siyasilerince Kıbrıs davasında önemli bir pazarlık unsuru olarak görüldüğünü gösteren delillerdir.

5 Eylül 1955 günü 3 Rum casusun tutuklandığı haberi gazetelerde yayınlanmış, Hikmet Bil Taksim meydanında Rumca gazeteleri yaktırırken, Kamil Önal üzerinde ‘Kıbrıs Türktür’ yazılı 20 bin afiş bastırtıp öğrencilere dağıtmış, bayrağa ve büyüklere dil uzattığı iddia edilen Stavro adındaki bir Rum topluluk tarafından dövülmüş hatta aynı gün Patrikhane’nin kapısına ‘Kıbrıs Türktür’ yazılı bir pankart bırakılmıştır.

6-7 Eylül 1955 Olayları

5 Eylül 1955 gecesi Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun tam karşısında bulunan Atatürk’ün evine bomba atılmışsa da yapının sadece camları kırılmış, polisin araştırması sonucu Türk Devletinin verdiği bursla Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesinde ikinci sınıfta okuyan Yunanistan’da yaşayan Türk azınlıktan 21 yaşındaki Oktay Engin bombayı patlatmakla suçlanmıştır.




6 Eylül 1955 günü, saat 13.00’de TRT radyosu Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdikten sonra günlük tirajı 20-30 bini anca bulan İstanbul Ekspres adlı bir bulvar gazetesi iki ayrı baskı yaparak haberi kamuoyuna duyurmuştur.

Sonradan DP’yle ve MAH’la ilişkileri ortaya çıkan gazete sahibi Mithat Perin ve Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu’nun Selanik’te yapılacak saldırıdan önceden haberdar edildikleri için kâğıt stoku yaptıkları ve günlük tirajı 30 bin civarında olan İstanbul Ekspres’i 6 Eylül günü tam 300 bin nüsha bastıkları anlaşılmıştır.

Aynı gün 6 Eylül 1955 günü, KTC, üyelerini Taksim Meydanı’nda bir protesto mitingi için çağırır ve toplanan kalabalığın içindeki bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başlarlar. Önceden organize edildiği belli olup, ellerinde çeşitli araç ve gereçlerle (kazmalar, baltalar, aynı tornadan çıkmışçasına aynı boyutlarda sopalar hatta kepenkleri açmak için kaynak makineleri ve tel makasları) donatılmış olarak gezen yağmacı gruplar kısa süre sonra Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeler ile İstanbul’un Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek gibi daha uzak semtleri hatta Asya yakasındaki kentin Asya kıtasında yer alan Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi semtlerde ve Adalar’da ev, işyeri, kilise hatta mezarlıkları bile tahrip edip, yağmalarlar.

Dini yapılardaki haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edilmenin ötesinde çoğunlukla kiliseyle birlikte yakılmıştır. Saldırganlar halkı tahrik ederek eylemlerine ortak etmek için “Makarios’a ölüm”, “Kıbrıs Türktür”, “Allahsızları gebertin!” şeklinde bağırarak, ellerinde Atatürk ve Celal Bayar resimleri, Türk bayrakları taşırken, 20-30 kişilik grupların liderlerinin ellerindeki adres listelerine bakarak azınlıklara ait yapıların tahrip ve yağma edilmesini sağlamaktaydı.

Sözgelimi DP’nin Kızıltoprak şubesi üyelerinden, Fenerbahçe’deki saldırgan grubunun lideri Seram Sağlamel elinde gayrimüslimlerin adres listeleriyle tutuklanmıştır. Bu listelerin varlığından dahası gayrimüslim evlerinin bir gün öncesinde soba boyası veya tebeşirle işaretlenmesi de olayların tıpkı bombalama haberi gibi önceden planlandığının açık delillerindendir.

Yangın ve hırsızlık dışında olaylara karışmama emri alan hatta tanık ifadelerine göre “Bugün polis değil Türküz” diyen polisler gerçekleşen talana seyirci kalırken bazı Müslümanlar komşularını korumaya çalışırken bazıları komşularını ihbar etmiş, hatta talan ve yağmaya katılmıştır.

Görgü tanıkları Rum evlerine saldıranların, “Canınıza zarar vermeyeceğiz. Sadece yıkıp gideceğiz. Emir böyle” dediklerini bildirmişse de yediği dayak yüzünden pek çok kişi hayatını kaybetmiştir.

Taşlı tarla ve Gaziosmanpaşa gibi şehrin yeni gelişen varoşlarından kamyon ve minibüslere doluşarak gelen yoksul kalabalık, tahrip edilen Rum ev ve işyerlerinden aldığı işine yarayan malları yüklenip evine götürmüştür.

1945-1955 arasında İstanbul’un nüfusu büyük oranda dış göçle 1 milyondan 1.6 milyona çıktığı, 1955 yılında İstanbul’da 50 bin kadar gecekondu bulunduğu ve bunlarda yaklaşık 250 bin kişinin yaşadığı göz önüne alınmalıdır. Nüfusunun ancak %40.9’un okuma-yazma bildiği bir ülkede taşra muhafazakârlarının gayrimüslimlere eskiden beri var olan negatif bakış açısı üzerine bir de ticareti Rumlar ellerinde tuttuğu için Türklerin fakir kaldıkları önyargısı ve Kıbrıs sorunu gibi siyasi tahriklerle birleşince muhtemelen belli sınırlar içerisinde planlanan olayların seyri değişmiştir.

Yıkım ve yağma devam ederken gece 24.00 sularında ordu birlikleri Beyoğlu’na gelmiş, tanklar İstiklal caddesinde boy göstermiş, trenle Ankara’ya doğru giden Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes İstanbul’a geri dönmüş, sıkıyönetim ilan edilmiş ve Korgeneral Nurettin Aknoz Sıkıyönetim Komutanı olarak atanmıştır.

Saldırılar İstanbul’la sınırlı kalmamış, valinin gözleri önünde İzmir’deki Yunan Konsolosluğu yakılmış, Yunanlı 6 NATO subayının evlerini yağmalamış hatta mülk sahibi bir Rum olduğu için İngiliz Kültür Enstitüsü’ne saldırılmıştır.

İstanbul ve İzmir’de 6 Eylül, Ankara’da 9 Eylül günü sıkıyönetim ilan edilmiş İstanbul’da 5104 kişi tutuklanmışsa da olaylar ertesi günde devam etmiş hatta İskenderun ve Çanakkale’ye sıçramıştır.




7 Eylül 1955 sabahı İstanbul’da durum dehşet verici olup, Taksim’den Tünel’e giden yolda yerlere saçılan eşyalar yüzünden yürümek neredeyse imkânsızdı: Kaldırım taşları hatta tramvay hattı dükkânlardan çıkarılan kumaşlarla örtülmüştü, cam kırıkları etrafı tümüyle kaplamış, tabak-çanak kırıkları, avizeler, radyolar, bisikletler, buzdolabı, masa, sandalye hatta otomobiller parçalanmış durumda etrafa saçılmıştı.

İstiklal caddesinde üç dükkândan ikisi harap edilirken, İstanbul’un diğer semtlerinde bakkal, manav, sütçü ve ayakkabı tamircisi gibi esnafların dükkânları yağmalanmış, Rumların evlerine zor kullanılarak girilirken, insanlar çocuklarının gözü önünde sokaklarda sürüklenmişlerdi.

6-7 Eylül olaylarında İstanbul’un çeşitli semtlerinde 51 yangın ortaya çıkmış, Taksim’de Aya Triada kilisesi, Samatya’da 3 Rum Kilisesi, Kasımpaşa Bahriye caddesinde 1 ev ve 1 eczane, Kumkapı Çiftegelinler Sokağı’nda 1 bina, Beşiktaş Köyiçi caddesinde 5 dükkân ve 1 ev, Tarabya’da Kilise İdare binaları ve Hekimoğlu Ali Paşa kilisesi, Silivrikapı’da 2 bina, Fatih Keçeciler caddesinde 1 ev, Mecidiyeköy’de 1 ev, Sultanhamam’da Rıza Paşa Hanı, Beyazıt Yeniçeriler caddesinde 1 bina, Bakırköy’de 1 ev yakılmıştır. Sultan Hamam, Marpuççular, Mahmutpaşa, Rastıkçı sokak ve Vasıfçınar sokağında hırdavatçı, tuhayeci, manifaturacı, kumaşçı, oyuncakçı, gözlükçü, mefruşatçı, kunduracı, kravatçı, çömlekçi ve tülcü mağazaları harabeye çevrilmiştir.

Ayakkabıcı Kevork Manokyan’ın mağazasında 200-300 çift kullanılmış ayakkabının bulunması yağmaya gelenlerin eski ayakkabılarını mağazadaki yenileriyle değiştirirken bıraktıklarını gösterirken, yağmacılar mağazada yanlarına alamadıkları bir kısım yeni ayakkabıyı da keserek parçalamışlardır.

Tüm Rum okulları tahrip edilirken Zapion Rum Kız Lisesi ile Beşiktaş Rum İlkokulu tamir edilemeyecek kadar harap bir hale gelmiş, İstanbul’da ki toplam 36.000 işyerinden 3.900’ü yıkılmış ya da yağmalanmıştır.

6-7 Eylül Olaylarının Sorumluları ve Sonuçları

8 Eylül’de hükümet yaşananlardan dolayı üzgün olduğunu ve zararın tazmin edileceği sözünü vermiş, 9 Eylül’de ise Maliye Bakanlığı mağdurlara vergi kolaylığı ve banka kredisi sağlanacağını bildirmişse de bu sözlerin sonradan tam olarak yerine getirildiğini söylemek zordur. Mağdurlardan bugüne dek resmi bir özür dilenmediği gibi 150 milyon lira olduğu sanılan zararın ancak 68 milyonu ödenmiş ve zarara uğraya kurumlar o yıl için gelir vergisinden muaf tutulmuştur.

Celal Bayar’ın olayların akabinde ziyaret ettiği İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, ancak etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” demesi anekdotunu da tasvip eden Emniyet Başmüfettişliğinin bir raporuna göre, hükümet Yunanistan’a baskı yapmak için küçük çapta bir saldırı planlamış ama olaylar kontrolden çıkmıştır.

10 Eylül günü İçişleri bakanı Namık Gedik ile İstanbul Valisi ve belediye başkanı olan Fahrettin Kerim Gökay’ın istifa etmesi hükümetin verip vereceği tek taviz olmuştur.

12 Eylül 1955 günü Meclis’te yapılan oturumda DP’li Rum milletvekili Hacopulos, polisin masum vatandaşlardan ziyade mütecavizleri korurcasına olaylara seyirci kaldığını, 80 yaşındaki anne ve babasının tartaklandığını ve kilisenin yakılması gibi bizzat şahit oolduğu olayları anlatmıştır.

Paniğe kapılan hükümet sözde Beyrut merkezli komünist bir örgütün oyunlarına alet olduğu gerekçesiyle ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ni kapatırken, sorumluluğu yaşananlarda hiçbir katkısı olmayan bir grup komüniste atarak kurtulmaya çalışmış, aralarında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Ratip Tahir, Hulusi Dosdoğru, Müeyyet Boratav, Nihat Sargin, Asim Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, Sevim Belli, Zehra Kosova ve İlhan Berktay’ın da bulunduğu 48 komünist tutuklanmış, Harbiye askerî hapishanesinde aylarca kötü şartlarda tutulduktan sonra yılbaşı arifesinde hiçbir açıklama yapılmadan tümü salıverilmişlerdir.

Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Nurettin Aknoz bu süreçte gazeteleri ve 6-7 Eylül Olayları konusunda komünistler dışında başka birilerini suçlayıcı haber yapmaları halinde kapatmakla tehdit ederken, tutuklananlar arasındaki sendikalı işçi yüzünden 34 sendika da kapatılmıştır.

Fahri Çoker’in kayıtlarına göre, Selimiye Kışlasında tutuklu olarak bulunan ve sadece 273’ü İstanbul’da ikamet eden, diğerleri Sivas, Trabzon, Kastamonu, Erzincan gibi kentlerden gelmiş veya getirilmiş 977 tutuklunun 607 işçi, 86 seyyar satıcı, 71 hamal, 33 boyacı, 29 işsiz, 22 çırak, 14 çöpçü, 13 şoför, 12 tayfa, 54 üniversite öğrencisi, 9 memur, 20 tüccar, 4 astsubay ve 3 de emekliden oluşmaktaydı.

Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy’de oluşturulan Sıkıyönetim mahkemelerinde 5.104 sanık, Ankara’da 171, İzmir’de 424 kişi yargılanmışsa da İsmet İnönü’nün, hükümeti ağır bir dille eleştiren ve gerçek suçluları takip yerine suçsuz vatandaşlara işkence yapıldığı iddiası sayesinde çoğu serbest bırakılmıştır.

Fahri Çoker, Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Nurettin Aknoz’un 24 Eylül 1955 tarihinde 26 hâkim ve 3 adli âmirle yaptığı toplantıda hadiselerin komünistlerin eseri olduğu konusundaki görüşlerini ‘meydanlarda salkım salkım insanların asılı olduğunu görmek istediği’ gibi tehditlerle mahkeme heyetine benimsetmeye çalışınca adli süreç tıkanmış, olayı organize eden hiç bir kurumun adı iddianamede geçmemiştir. Böylece suçun gerçek failleri aklanırken halk arasından yağmaya karıştığı belirlenen 228 kişi hafif cezalara çarptırılmıştır.

6-7 Eylül olaylarının merkezinde yer alan KTC üyeleri sadece olaylardan bir gün önce Taksim Meydanı’nda öğrencilere yaktırılan Rumca gazetelerden dolayı suçlanmıştır. DP’nin etkili isimlerinden tarihçi Mehmet Fuat Köprülü ve Meclis Başkanı Refik Koraltan mecliste Komünistlerin suçlu olduğu tezini işlerken, Adnan Menderes komünistleri suçlu çıkarmak için Amerikalı bir uzman getirtmişse de adam komünistlerin o kadar güçlü olmaları halinde, dükkânları tahrip etmek yerine devrim yapmayı tercih edeceklerini bildirmiştir.

Bu süreçte MAH üyesi olduğu iddia edilen Oktay Engin ile Selanik’teki Türk konsolosluğunun bekçisi Hasan Uçar Yunan polisince Selanik’teki Türk konsolosluğunun bahçesinde bomba patlattıkları için “Yabancı mala zarar vermek ya da verdirmek suretiyle Yunanistan’ın başka bir ülkeyle ilişkilerini bozmak” suç isnadıyla tutuklanırken bombayı Türkiye’den getirdiği iddia edilen başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp diplomatik dokunulmazlığı gerekçesiyle yargılanmaktan kurtulmuştur.

Selanik’te 9 ay hapis yatan Oktay Engin, Türkiye’nin baskısı sonucu tutuksuz yargılanmak üzere hapisten çıkarılınca Gümülcine Türk Konsolosluğu tarafından Türkiye’ye kaçırılmış, Başbakan Adnan Menderes ile İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın yardımları ile yarım bıraktığı tahsilini Türkiye’de tamamlamış, emniyet müdürlüğü, kaymakamlık ve Nevşehir valiliği görevlerine getirilmişse de hakkındaki suçlamaları hiçbir dönem kabul etmemiştir.

Oktay Engin yıllar sonra gerçekleştirdiği bir söyleşide bombalama eylemini Atatürk’ün evinin bulunduğu semte yerleştirilen Türkiye’den göçen Rum kökenlilerin yaptığını iddia etmiştir.

6-7 Eylül Olayları sonrasında muhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü meclis toplantılarında yaşananlardan dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirmemekle kalmamış, “Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunu idraki, partiler arası rekabete, üstün gelmiştir” sözleriyle hükümetin aldığı sıkıyönetim kararını desteklemişse de aradan aylar geçmesine karşın hükümetin olayı araştırmaktan ziyade kapatmaya niyetli olduğunu fark edince Adnan Menderes’in istifasını istemiştir.

CHP, 26 Aralık 1955 günü TBMM’ye Başbakan Adnan Menderes ve İç İşleri Bakanı Nazım Gedik için 6-7 Eylül Olaylarında hakkında tahkikat açılması için önerge vermişse de DP’li milletvekillerinin sayıca üstünlüğü yüzünden önerge reddedilmiştir.

27 Mayıs 1960 darbesinin ardından darbeciler, 6-7 Eylül’ü aydınlatmaktan ziyade DP’yi daha fazla yıpratmak için dosyayı yeniden açmış, MAH askeri bir oluşum olduğu için DP avukatlarının ısrarına rağmen davada yine adı anılmazken, 6-7 Eylül olayları DP iktidarının hazırladığı bir tertip olarak sunularak Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise 4,5 yıl hapse mahkûm edilmiş, böylece sadece siyasiler suçlanırken devlet yeniden temize çıkarılmıştır.

Yassıada davalarında zamanın NATO Büyükelçiliğinde ikinci kâtiplik yapan Coşkun Kırca, Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Londra Konferansının devam ettiği sırada Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği ‘‘İngilizlerin, Yunanlıların self determinasyon vaatlerine meyledecekleri sezilmekte olup bu hususta çalışılması gerekmektedir. Biz ve gazeteciler elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca Başbakanın ilgililere gereken emirleri vermesinde büyük fayda olacaktır.’’ içeriğindeki telgrafın varlığını açıklayınca Fatin Rüştü Zorlu telgrafın varlığını onaylarken ‘olay çıkarılmasını sipariş etmediğini’ sadece ‘‘diplomatik önlemleri’ ’kastettiği söyleyerek kendini savunmuştur.

Demokrat Partinin kurucularından Mehmet Fuat Köprülü 6-7 Eylül Olayları sonrasında sessiz kalmasına rağmen 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra gazetelere ‘Hadiseler, Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Adnan Menderes ve İç İşleri Bakanı Nazım Gedik tarafından tertiplenmiştir’ demecini vermiş, hatta Selanik’te atılan bombanın bizzat Menderes ve Zorlu tarafından tertip edildiği kanaatinde olduğunu bildirmiştir. Bu itirafın ardından Yunanistan’da gençlik örgütleri tertiplenirken, Yunanistan Türkiye’ye resmi olarak Nota göndermiştir.

DP iktidarı tarafından suçlanmış, hatta aleyhlerinde hiçbir delil olmadığı halde aylarca hapsedilen komünistlerden Aziz Nesin’de sonradan olayları değerlendirirken ‘‘6-7 Eylül olaylarının tek sorumlusu DP iktidarıydı. İstanbul’da Rum azınlığa karşı bir gövde gösterisiyle, kamuoyunun gerektiğinde bu amaç için bir savaşı bile göze alabilecek duyarlılıkta olduğunu dünyaya kanıtlamak istemişti. Ama elbette bu yağmayı, bu kıyımı, bu çapulu istememişti. Düzenlenen 6-7 Eylül etkinliği başladıktan sonra yönetim hükümet kuvvetlerinin elinden çıkınca, yağma, çapulculuk ve kıyım başlamıştı” sözleriyle Demokrat Parti hükümetini suçlamıştır.

1971 yılında tuğgeneral rütbesiyle Özel Harp Dairesi başkanlığı yapan Sabri Yirmibeşoğlu’nun sonradan inkâr etse de gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söylediği “6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” sözleri de 6-7 Eylül olaylarındaki devletin olaylardaki sorumluluğunu göstermesi açısından ilginç bir itiraftır.

1994 yılında ise Yunanistan’da yayınlanan Yeditepe gazetesinin sahibi Mihail Vasiliadis, 6 Eylül günü İstanbul Ekspres’te yayınlanan fotoğrafların konsolosunun eşi tarafından 3 Eylül Cumartesi günü yani bombanın patlatılmasından 3 gün önce Selanik’te fotoğrafçılık yapmakta olan Bay Kiryakidis’e teslim edilen düzmece fotoğraflar olduğunu iddia etmiştir.

1956 yargılamalarında Sıkıyönetim Mahkemesi Adli Müşaviri olan Tümamiral Fahri Çoker arşivindeki fotoğraf ve belgeleri, ölümünden sonra yayımlanmak üzere Tarih Vakfı’na bağışlamış, Fahri Çoker arşivinden de yararlanarak kapsamlı bir araştırma yapan, Almanya Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi’nden Dr. Dilek Güven’in ‘6-7 Eylül’ adlı kitabında o güne dek karanlıkta kalan pek çok ayrıntıyı belgeleriyle ortaya çıkarken, yerli basına sansür getirip, yabancı gazetecilerin fotoğraflarına el konulduğu için zamanında yayınlanmayan fotoğraflar ancak 2005 yılında yayınlanabilmiştir.

Azınlıklar neredeyse hiçbir direniş göstermemesine karşın olaylar sırasında Fahri Çoker'in arşivindeki resmî belgelere göre 5 bin 317 (4 bin 214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 azınlık okulu ayrıca fabrika, otel, bar gibi mekânlar) gayri resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramış, 11 kişi ölmüş (Fransız ve Alman Başkonsolosluklarının hazırladığı raporlara göre 2’si Ortodoks papaz olmak üzere 13-16 Rum ve 1 Ermeni) öldürülmüş, yüzlerce Rum kadın tecavüze uğramış (sadece Balıklı hastanesine 60 kadın başvurmuş olup Yunan kaynakları 200 sayısını vermektedir), aralarında rahiplerin de olduğu bazı Hristiyan erkekler zorla sünnet edilmiş, saldırganlar da dâhil 300-600 arasında kişi hastaneye başvurmuştur.

Yunan Enformasyon Servisi ise, özel mülkün ve dini kurumların uğradığı zararın toplamını 165 milyon TL (60 milyon dolar) olarak verirken, 1004 ev, 4348 dükkân, 27 eczane ve laboratuar, 21 imalathane, 110 restoran, cafe ve otel, Şişli ve Kınalı’daki büyük Rum mezarlıklarının zarar gördüğünü bildirmiştir.

ABD Başkonsolosluğu’nun raporuna göre zarara uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere ait olup, Müslüman olmuş bazı Beyaz Ruslara ait mekânlar bile tahrip edilmiştir.

Bununla birlikte polisin önlem aldığı Patrikhane ve çevresi ile Eyüp’te yer alan 263 fabrika gibi yağmacılara önceden hedef olarak bildirilmeyen yerler zarar görmemiştir.

Kınalıada emniyet amirinin adaya kayıklarla talana gelen kafileyi ‘burası tamam siz başka yere gidin!’ diyerek adaya sokmaması, Büyükada ve Heybeliada’nın Müslümanları yağmaya bizzat katılırken Kınalıada halkının dayanışma göstermesi de bir diğer ilginç örnektir.

6-7 Eylül olayları 80-100 bin kişilik İstanbul Rum Cemaatinin kenti topluca ve birdenbire terk etmesini sağlamamışsa da ilk elde 5 bin kişi Yunanistan’a kaçmıştır. Ayrıca çeşitli kıyı ve uzaklarda yaşayan Rumlar Balat, Cibali, Edirnekapı, Ayvansaray, Langa, Samatya, Hasköy, Üsküdar, Aynalı Çeşme gibi semtlerde toplanmaya başlamıştır. Cemaatini kaybetmek istemeyen Patrikhane’nin, Rumlara kalmaları yönündeki telkini, Yunanistan hükümetinin Rumların Yunanistan’a yerleşimi konusunda çıkardığı kasıtlı pürüzler ve Türk devletinin azınlıkların malvarlığının satışını engellemesi, göçün yavaş ve sancılı bir süreç olarak yaşanmasını sağlamıştır.

Azınlıklarca işletilen ticarethanelerin çoğu talandan sonra bir daha açılmazken, büyük işletmeler çoğunlukla yok pahasına Müslümanlara devredilmiştir. Saldırıdan sonra hükümetin vatandaşların maruz kaldıkları zararların telafi ve tazmin edileceğini ilan ederek, tutuklamalara girişmesi gibi ülke içerisinde güven telkin etmeye çalışmalarından etkilenen Rum basınında 21 Eylül tarihli Apoyevmatini gazetesinde olduğu gibi “Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri derhal olayları kınadılar ve bir daha tekrarlanmayacağı sözünü vermenin ötesinde, meydana gelen zararların da tazmin edileceğini açıkladılar. Yaşanan üzücü olayların ilk şoku geçtikten ve insanların acıları biraz hafifledikten sonra resmî ağızlardan gelen teselli ve teminatlar bizleri oldukça ferahlattı…” sözleri ile yer bulmuş ve mağdurlara moral vererek, Embros gazetesi 15 Eylül 1955 tarihli nüshasında olduğu gibi ülkede kalmaya teşvik edici yazılar yayınlanmıştır: “Burada, yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için Rumlar düştüğümüz yerden doğrulacaklar ve yerimizde kalacağız. Açılan yara daha çok taze. Bunu görüyoruz ve biliyoruz. Ancak şifa bulmaz bir yara da değil… Kaybettiğimiz güven duygusunu devlet bize tekrar kazandırmalıdır. Şüphesiz bu güven duygusu, sırtımızı sıvazlayıp bu da geçer demeleri ile geri gelmeyecektir…”

Bununla birlikte göçü engellemek mümkün olmamış, 1964 krizinin de etkisiyle hızla kan kaybeden İstanbul Rumlarının sayısı 1965’te 48,000’e, 1974 Kıbrıs Harekâtının yarattığı iklimin ardından 1978’de 7 bine, 2006 yılında ise 2.500 kişiye kadar düşmüştür. Rumların yanı sıra diğer azınlıklar da mağdur edilmiş, ticaretle uğraşan bu toplulukların yerini Anadolu’dan İstanbul’a gelen esnaf doldurmuştur.

Böylece Türkiye Cumhuriyeti devleti Lozan Antlaşması ile Hıristiyan azınlıklara haklarını garanti etmesine rağmen 1934’teki, ‘Trakya olayları’ olarak bilinen ‘Yahudi sürgünü’, 1929-1934 arası ‘Anadolu Ermenilerinin İstanbul’a zorunlu göçü’ ve 1942 yılında ‘Varlık Vergisi’ benzeri uygulamalarla millet olma, modernleşme ve Batılılaşma sürecinde Türk etnisitesine ayak bağı olabilecek gayrimüslimleri önce Anadolu’dan sonra İstanbul’dan uzaklaştırmayı büyük ölçüde başarmıştır.

İsrail devleti 14 Mayıs 1948 gecesi kuruluşunu ilan ettikten birkaç ay sonra Türkiye Yahudileri kitlesel bir şekilde İsrail’e göç etmeye başlamış, Türkiye’yi terk eden Yahudi sayısı 1948 yılında 4362, 1949 yılında 26.306 ve 1950 yılında 2.491 kişiye ulaşmış, 1945 yılında 76.965 olan Yahudi nüfusu 1955 yılında 45.995 kişiye düşmüştür.

1945 yılının Eylül ayında din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin gerekli şartlara haiz her Türk vatandaşının Harp Akademileri’ne girebileceklerinin açıklanması, 1952 yılındaki Yunan Kral ve Kraliçesinin Türkiye’yi ziyareti ve Ocak 1946 tarihinde de Demokrat Partisi’nin kurulmasıyla çok partili demokrasi döneminin başlaması gibi değişiklikleri görüp gelecekleri için umutlanan İstanbullu Rumlar varlık Vergisi ile kaybettiklerini 1950’den sonra tekrar kazanmaya, derneklerini işletip, okul ve kiliselerini tamir etmeye başlamışsa da 6-7 Eylül Rum toplumunun üzerinden silindir gibi geçmiştir.

6-7 Eylül olaylarında zarar görenlere yardım etmek maksadıyla Celal Bayar’ın himaye ve Adnan Menderes’in fahri başkanlığında 10 Eylül 1955’te bir komite oluşturulmuş, çeşitli banka kurum ve özel kişilerden yardım toplamışsa da İstanbul’daki Alman Başkonsolosluğu raporlarına göre bağışların gönüllükten ziyade komite baskısı ile toplandığını, Dilek Güven ise kitabında Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin tepkisini azaltmak için düşünüldüğünü kaydetmiştir.

Son Söz
Türkiye’yi dünyaya rezil eden 6-7 Eylül pogromunu insani, kültürel veya ekonomik açıdan savunmak mümkün olmayıp, siyasi sonuçları açısından da Türkiye için başarı hanesine yazmak mümkün değildir. Kıbrıs meselesinin kangren haline gelmesinde, İstanbul’un yanı sıra Batı Trakya ve Kıbrıs’taki Türk ve Rum toplumlarının arasının açılmasına da katkısı göz önüne alındığında Türkiye ile Yunanistan’ın zorlu bir diplomatik sınavdan sınıfta kaldığı anlaşılmaktadır. 6-7 Eylül olaylarının tek ve gerçek kazananı İngiltere olup, hiçbir masrafa girmeden hem iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş hem de Amerika’nın Kıbrıs politikasını kendi yararına değiştirmeyi başarmıştır.

Başlangıçta Yunanistan’ı destekler bir hava takınan Amerika, NATO üyesi iki müttefikinin karşı karşıya geldiğini görünce bir yandan Türkiye ve Yunanistan’a sert protesto notaları gönderip diğer yandan BM’de Kıbrıs konusunun gündeme gelmemesi için lobi çalışmaları başlatmış ve sonuçta 23 Eylül 1955 günü yapılan oylamayla konunun gündem dışına çıkmasını sağlamıştır. 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla ilgili belgelerin büyük ölçüde yok edilmesi kendiliğinden gelişmeyen planlı bir komplo olduğu algısını güçlendirmiştir. Bununla birlikte felaket sonrası Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan sağduyulu kesiminin duyduğu samimi üzüntü ve yardım etme gayreti takdire şayandır.

Olaydan yarım asır sonra Tarih Vakfı’nın Karşı Sanat Galerisi’nde 6 Eylül 2005 günü düzenlediği 6-7 Eylül 1955 olaylarını konu alan belgesel fotoğraf sergisinin açılışı milliyetçi bir grup tarafından basılmıştır. Serginin toplumsal hafızayı canlandıran, vicdanları uyandıran işlevini hedef alan bu yeni saldırı, sergide yer alan fotoğraflardaki ‘organize vahşet ve saldırganlık sahneleriyle’ yüzleşmeyen toplumların başka 6-7 Eylüller yaşamaya gebe olduğunu gösteren ilginç bir gelişme olmuştur.

6/7 Eylülün 60. yıldönümünde denk gelen 2015 yılında ise dönemin Patrikhane Fotoğrafçısı ve gazeteci Dimitrios Kalumenos’un arşivinden ilk kez günışığına çıkan 60 fotoğraf ise yaşanan dramın boyutlarının kamuoyundan gizlendiğini gözler önüne serecek niteliktedir. Türkiye’de renkli fotoğrafın da öncülerinden olan Dimitrios Kalumenos olay günü Leica makinesini alıp sokaklara çıkıp, halkının uğradığı saldırıyı fotoğraflarla belgelediği için üç kez hapse girdikten sonra “Türkiye Cumhuriyeti Düşmanı” kategorisinde sınırdışı edilmiştir.

1966’da Yunanistan’da kitap haline getirilmesine karşın, aynı yıl Türkiye’de basımı Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanan 60 fotoğrafın yeraldığı albüm kitap 2015 yılında “Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un objektinden 6/7 Eylül 1955” adıyla İstos yayınevince yayımlanmıştır. Konstandinupolitis yani İstanbullu lakabıyla tanınan Dimitrios Kalumenos 6-7 Eylül Olaylarını şu sözlerle anlatmıştır: “Trajik 6-7 Eylül olaylarının planlanmış bir senaryoya göre ve Türk yetkililerin bilgileri dahilinde organize edilmiş mafya grupları tarafından mutlak bir doğrulukla gerçekleştirildiği kanıtlanmıştır. Devletin taşıma araçlarıyla (trenlerle, arabalarla, gemilerle ve askeri araçlarla) Anadolu’dan Türk grupları getirtilmiştir.

Bu grupların aldıkları emirle, zaten olaydan günler öncesinde işaretlenen Rum dükkânlarına ve evlere saldırmasına karar verilmişti. Karanlık çöktükten sonra her şey mükemmel bir şekilde uygulanacaktı. İstanbul Ekspres gazetesi, Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberini o gün öğleden sonraki ikinci bir basımla yayımladı. Fanatik bir grup, kısa sürede, Rum azınlığın geniş ölçüde yaşadığı Beyoğlu semtine bağlı Taksim Meydanı’nda toplandı ve kısa sürede sayıları çoğaldı. Toplanan grupların liderleri, park halinde olan askeri araçlardan aldıkları malzemeleri (baltalar, bıçaklar, demir sopalar, levyeler, değnekler, metal topuzlar ve sopalar) arkadaşlarına dağıttılar. Olayların başlama saati 6 Eylül akşam üzeri 18:30 olarak belirlendi ve aynı günün gecesi saat 02.00’de bitecekti. Akşam saat 18:30’da büyük çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu ilk grup harekete geçti. Olaylar öncesinde Türk dükkânları yanlışlıkla tahrip edilmesin diye boyalarla işaretlenmişti. Yunan karşıtı sloganlar atan grubu gören Müslüman aileler evlerinin camlarına Türk bayrakları asıyorlardı. Ardından silahlı gruplar, ellerinde demir sopalar ve topuzlarla Taksim’den başlayarak önceden işaretlenmiş Hıristiyan dükkânlarını tahrip etmeye başladılar. Diğer gruplar ise evlere ve dükkânlara giriyor ve evlerin mobilyaları ile dükkânlar içerisindeki malları sokağa fırlatıyordu. Son grup da değerli değersiz tüm eşyaları yağmalıyordu. Tüm bu olaylar Türk yetkililerin gözleri önünde, polis güçlerinin yalnızca seyretme toleransı altında gerçekleşiyordu. Yıkım olaylarının bitmesinin ardından askeri birlikler bölgeye geldi ve sıkıyönetim ilan edildi. Türk yetkililer olayları komünist gruplara veya “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ne” yüklemeye çalışıyordu. Fakat daha sonra ispat edildiği üzere, olayların başında İçişleri Bakanı Namık Gedik vardı. Sekiz saat süren olaylarda 4340 dükkân ve mağaza, 110 otel ve restoran, 21 fabrika ile 27 eczane tamamen harap oldu. Kiliseler, mezarlıklar ve okullar yerle bir edilirken Patrikhane’deki mezarların çoğu açıldı. 35 kilise ve 3 Rum matbaası kullanılamaz hale geldi. 5 spor ve kültür merkezi ciddi şekilde hasar görürken 2600 eve girilerek yağma edildi. 7 Eylül 1955 Çarşamba günü de olaylar devam etti. Öğle saatlerinde İstanbul’un Avrupa yakasında bulunan Aya Yani Kilisesi ateşe verildi. Kiliseler ve manastırların yağmalanmasına devam edilirken Fener, Boğaz ve Adalar’daki Rum evlerine girildi ve değerli eşyalar alındı. Olayların ertesi günü Türk hükümeti olaya sebep olan kişilerin yakalandıklarını duyurdu. Ancak tutuklananlar yalnızca olaylardan bir gün önce salıverilen eski hapishane tutuklularıydı. 8 Eylül 1955 tarihinde Başbakan Adnan Menderes, Türk basınına ve İngiliz The Times of London gazetesine verdiği demeçte, yaşanan olayların sorumlusunun rejim karşıtı komünistler olduğunu ifade etti. Menderes, olaylardan birkaç gün sonra olaya karışan çete liderlerini serbest bıraktı ve Hikmet Bil’i Türkiye’nin Beyrut Büyükelçiliği Basın Ataşesi olarak, Oktay Engin’i ise Ankara’daki Türk İstihbarat Servisi’nin başına atadı.”