FB TW PIN NWS

Müderris

Müderris

Medrese veya câmide talebeye ders okutan hoca. Arapça bir kelime olup tedris mastarından ism-i faildir. Müderrisler devrin mektep ve medreselerinde tahsîlini tamamlayıp, icazet (diploma), mülâzemet (bekleme süresi) ve berât aldıktan sonra müderrislik makamına tâyin edilirlerdi. Müderris tâbiri onuncu yüzyıldan sonra yaygınlaştı. Medreselerde ders veren müderrise Dersiam da denirdi.

Kur’ân-ı kerîmin öğretilmesi, İslâm eğitimi ve öğretimi bakımından ilk sırayı teşkil eder. Kur’ân-ı kerîmi ilk öğreten Peygamber efendimiz Hz Muhammed olduğuna göre, İslâm târihinde ilk muallim ve müderris de, Allahü teâlânın âlemlere hidâyet rehberi olarak gönderdiği bu son Peygamberdir.

Din ilimlerinin eğitim ve öğretimi dört halîfe ve sonraki devirlerde de bütün canlılığıyla devam etti. Âlimler, sâlihler ve velîler, câmilerde ve onların etrafında teşekkül eden müesseselerde (medrese, dâr-ül-hadîs, dâr-ül-kurrâ, dâr-üt-tıb) ders okuttular.

Müslüman Türk devletleri (Karahanlılar, Selçuklular, Türkiye Selçukluları ve bilhassa Osmanlılar) din ve fen bilgilerinin tahsil edildiği müesseselere ve buralarda ders okutan müderrislerin seçimine büyük önem verdiler.

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi ve diğer Osmanlı sultanları, devletin idarî ve askerî sahada muvaffak olabilmesi için; îmân, ilim, fen ve teknikte ileri bir seviyede olmanın lüzumunu kavradıklarından, günün imkânları nisbetinde askerî teşkîlâtlar, medreseler, câmiler, zâviyeler gibi ilmî teşkîlâtlar kurup geliştirmeye başladılar. Buralarda yetişen âlimler devlet teşkilâtının kurulmasında ve dolayısıyla İslâm medeniyetinin yayılmasında büyük hizmetlerde bulundular.

Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarındaki âlimler ve müderrisler daha ziyâde Türkiye Selçukluları ve civar Türk beyliklerinde yetişerek Osmanlı beyliğine intikâl etmişlerdi. Devletin genişleyip büyümesiyle ilim adamları yetişmeye başladı. Gün geldi, Osmanlı medreselerinde yetişen Kâdızâde-i Rûmî ve başka bâzı âlimler ders vermek üzere başka İslâm memleketlerine gittiler. Bu hususta Fransız tarihçisi Lamartin, sultan birinci Murâd Han devrinden bahsederken: “Sultan birinci Murâd Han devrinde yetişen matematikçiler, fen âlimleri ve şâirler, Bursa’da doğup gelişen ilim ve edebiyatı İran’a, Orta Asya’ya kadar götürüyorlardı. Bursa kâdılarından birinin oğlu olan Kâdızâde-i Rûmî, Semerkand’a geometri öğretmeye gittiğinde, dersleri o kadar ilgi çekici oluyordu ki, ders verdiği saatlerde bütün şehrin kürsileri boşalıyor, hattâ müderrisler bile gelip talebesi oluyorlardı. Yine Bursalı âlimlerden Cemâleddîn Efendi, Arap lügatini ezbere biliyordu ve vazîfesi, sultan Murâd’ın medreselerinde dil öğretmekti.”

Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme yıllarında hizmet veren ilk müderris ve ilim adamlarından bâzıları şunlardır: Dursun Fakîh, Karacahisar’da Osman Gâzi adına ilk Cuma hutbesini okuyan zât olup, ilk Osmanlı kâdısı (hâkimi) idi. Dâvûd-ı Kayseri, Orhan Gâzi’nin İznik’te manastırdan çevrilen ilk medreseye ilk tâyin ettiği müderristi. Şeyh Tâcüddîn Kürdî, Dâvûd-ı Kayserî’nin yerine müderris tâyin oldu. Alâüddîn-i Esved, İznik Medresesi’nin bir diğer müderrisi idi. Sinânüddîn el-Fakîh, Orhan Gâzi zamanında Bursa’ya ilk tâyin edilen zât idi. Kara Halîl (Çandarlı), Kâdızâde-i Rûmî’nin babası Koca Efendi ve Kâdızâde-i Rûmî, Osmanlı Devleti’nin ilk müderrisleri idi (Bkz. Kâdızâde-i Rûmî). Molla Fenârî’yi (r. aleyh) yetiştiren Şeyh Cemâleddîn Aksarâyî de, Murâd-ı Hüdâvendigâr devri âlimlerinden olup, Aksaray Zincirli Medresesi müderrisi idi. İbn-i Melek İzzüddîn Abdüllatîf, Tire Medresesi’nde müderris idi. Yıldırım Bâyezîd bu bölgeyi kendisine bağlayınca ona iltifat edip, aynı vazîfede bıraktı. İlk Osmanlı şeyhülislâmı Molla Şemseddîn Fenârî Bursa kâdılığında bulunmuş ve elli yıl kadar da tâlim ve tedrisle (müderrislikle) meşgul olmuştur. Yüzden fazla eseri olup, özellikle mantık kitabı asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Osmanlılarda tek dershaneli medreselerde bir, Sahn-ı semân ve Süleymâniye medreseleri gibi birden fazla dershanesi olan medreselerin her dershanesi için birer müderris bulunurdu.

Medreselerde bütün talebenin ortak ders yapabileceği umûmî ve büyük bir dershane ve onun etrafında dizilen odalar vardı. Her talebenin ayrı odası olurdu. Müderrisler umûmî mevzuları ortadaki büyük dershanede anlatır; daha sonra her talebe odasına çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Müderrisler okuttukları derslerden herhangi bir konu üzerinde talebelerine münazara yaptırırlar, sonunda iki taraf arasında hâkem olup görüşlerini söylerlerdi. Dânişmendler arasından seçilen muîdler (yardımcılar, doçent veya asistanlar) hem müderrisin dersini tekrarlar hem de dânişmendlerîn disiplini ile meşgul olurlardı. Sahn-ı semân muîdleri, ayrıca tetimme medreselerinde talebelere ders verirlerdi.

Muîdler ellili medreselerden aşağı seviyelerdeki medreselere tâyin ile getirilirlerdi. Dânişmendler arasında muîd olabilecek vasıfta bulunanların seçimi müderrisler tarafından yapılmakta olup, en az iki sene muîdlikte kalınmakta idi. Muîdlik, Osmanlılarda 1908 İnkılâbından sonra Sultanîlerde de aynı vazîfeyi görmek için ihdas edilmişse de sonradan kaldırılmıştır.

Danişmendliğin son kademelerinde muîdlikten sonra sıkı bir imtihandan geçen talebelere icazetname ve temessük denilen diploma verilirdi. Bunlarda umûmîyetle talebenin okuduğu dersler ve hocalar yazılır, sonra da icazetnameyi veren hocanın adı kaydedilir ve onun da hocalarının silsilesi sayılarak meşhur bir âlime kadar uzanırdı.

Henüz muîdliğe çıkamamış talebelerin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra diğer bir hocaya (müderrise) devam edebilmeleri için ellerinde temessük (o dersi bitirdiğine dâir belge) bulunması şarttı.

Osmanlı medrese teşkilâtında Hâriç ve Dâhil medreselerindeki dersleri gören talebe, Fâtih ve Süleymâniye medreseleri seviyelerinde tedristen sonra me’zun olur ve Anadolu’da vazife alacaksa, Anadolu kazaskerinin; Rumeli’de vazîfe alacaksa Rumeli kazaskerinin muayyen günlerdeki meclislerine devam ederek, matlab denilen deftere (rûznâmeye) mülâzim kaydedilir.

Sırası geldiğinde en aşağı derecedeki Hâşiye-i Tecrîd (yirmili) medreselerinden birine günlük 20 akçe ile tâyin edilerek müderrisliğe geçerdi. Böylece mülâzemetten sonraki normal muameleye göre yirmili bir medreseye tâyin olan müderris, sıra ile Terakkî ederek, otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı ve daha yüksek payelere çıkabilirdi. Osmanlı medreselerinin yirmili, otuzlu, kırklı, ellili vb. isimlerle anılması, müderrislerin aldığı yevmiyelere göre idi (Bkz. Medreseler).

Müderrislerin medreselerde kalış müddetleri on yedinci yüzyıla kadar üç yıl olarak görülmektedir. Bu zamandan sonra bütün ilmiye sınıfı ile beraber müderrislerin de daha az zamanda terakkî ederek paye kazandıkları anlaşılmaktadır. Bir müderris, bulunduğu seviyeden üst payedeki bir medreseye terakkî ederken, şâyet boş (münhal) bir medrese mevcut ve başka istekli de yoksa, hemen tâyin edilirdi. Birden fazla istekli bulunması hâlinde aralarında imtihan yapılırdı. Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzurunda ve genellikle Zeyrek, Ayasofya ve Vefâ câmilerinde yapılan imtihanlar sözlü ve yazılı olmak üzere iki şekilde olurdu. Yazılı imtihan için müderrislere bir mes’ele üzerinde risale (tez) yazdırılırdı. Mülakatta ise, hem hazırladığı risaleden ve hem de muteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorulur, kim üstün gelirse, münhal medrese ona tevcih edilirdi. İmtihanda muvaffak olamayanlar başka bir yerin açılmasını ve ikinci bir imtihanı beklerdi.

Bütün müderrislerin tâyinleri önceleri kazaskerlerin pâdişâha arz etmeleriyle yapılırdı. On altıncı asır ortalarından itibaren Hâşiye-i Tecrîd, miftah ve kırklı medreselerin müderrislerinin kazaskerler ve daha yukarı medreselerin müderrislerinin tâyinleri, şeyhülislâmın sadrâzam vasıtasıyla inhası üzerine olmuştur.

Hiç bir müderris vakıf şartlarına aykırı olarak medreseye tâyin edilemezdi. Ayrıca vakfiyede müderrise yevmiye olarak kaç akçe tesbit edilmişse ondan aşağı yevmiye verilemezdi. Ancak medresenin payesi yükseltilerek müderrise daha yüksek bir yevmiye verilebilirdi. Bu durumda yükselen yevmiye, vakfın geliri müsâidse ondan, değilse başka vakıfların fazlalıklarından veya devlet hazînesinden verilirdi.

Müderrislerin azledilmeleri, haklılığı kabul edilen sebeblere dayanılarak, tâyini arzeden makamın teklifi ve tâyin eden makamın tasdiki ile olurdu. Müderrislerin meşru özür olmaksızın zaviyeyi terketmek, âmirlere karşı çirkin davranmak ve edebe uymayan sözler söylemek, muîdlik ve mülâzimliği bir ticâret metâı hâline getirmek gibi hâlleri azil sebebi sayılıyordu. Müderrisler, almakta oldukları son akçe üzerinden tekaüde (emekli) ayrılırlardı.

Osmanlı Devleti’nde başta pâdişâh ve devlet adamları, ilim sahiplerine (âlimlere, sâlihlere, velîlere) karşı büyük bir saygı ve hürmet duyuyordu. Çünkü âlimler Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde medh ü sena edilmişlerdi. Bu saygı ve anlayış devam ettiği müddetçe, devlet ve millet gelişip güçlendi, yükselmeye devam etti. İlim adamları da âlimliğin şeref ve haysiyetini ayağa düşürecek hareketlerden sakındılar ve devlet adamlarına gereğinden fazla ve yersiz iltifatlarda bulunmadılar. Ancak vazifeleri îcâbı ihtiyâç kadar onlarla birlikte oldular. Diğer zamanlarda onlardan uzak durmayı ve ilimle meşgul olmayı tercih ettiler.

Medrese ve müderrisler, insanı dünyânın esîri yapmadan onun fâtihi ve sahibi yapma vazîfesini gördüler. Osmanlıda bu temeller üzerinde din ve devlet adamlarının en mükemmel bir şekilde yetiştirilmesi ana gaye oldu. Ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programlardan daha mükemmel bir metod geliştirerek tatbik etti. Bugünkü modern pedegojinin de tavsiye ettiği bir tarzda, sınıf geçme yerine ders geçme yolunun seçilerek, me’zuniyeti yıllara değil, kabiliyet ve çalışkanlığa bağladı. Dolayısıyla medreselerde okuma süresi hoca (müderris) ve talebelerinin gayretine bağlı olarak uzayıp kısaldı. Zekî ve çalışkan bir talebe, tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda me’zun olmuş, ancak devlet me’muru olabilmesi için, belli bir yaş aranmıştır. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmemiştir. Bu durum, derslerin tekrarlarla karşılıklı soru ve cevaplarla daha iyi anlaşılma imkânını hazırlamış ve talebeye ufuklar açmıştır.