FB TW PIN NWS

İkinci Cumhuriyet

İkinci Cumhuriyet


"İkinci Cumhuriyet" deyimi, 1991 yılından itibaren başka bir içerikle yeniden telaffuz edilmeye başlandı. 1923 Cumhuriyeti'nin demokratik ve çoğulcu bir niteliği bulunmadığı, egemenliğin halka değil bürokrasiye ve orduya ait olduğu, devletçi ekonomik anlayışın bir "soygun sistemi"ne dönüştüğü tespitlerinden hareketle ortaya atılan, cumhuriyetin demokratikleşmesi ve siyasal sistemin yeniden yapılanması amacı, İkinci Cumhuriyetin kurulması olarak nitelendi. "İkinci Cumhuriyet" fikrini ortaya atan ve ısrarla savunan Mehmet Altan'a göre bu, rejimin bürokratik yapısının değiştirilmesi, devletin ekonomik ağırlığının azaltılması, şeffaflaşması, vergi verenlerin vergilerinin nereye harcandığını denetleyebilecek hale gelmesi, rejimin, üzerindeki ordu vesayetinden arındırılması ve "tüm toplumsal tabakaların katılımıyla devlet çatısının üretken ve demokrat olarak yeniden çatılma" önerisiydi



"İkinci Cumhuriyet" Nedir, Ne Değildir?
Cumhuriyet, "halkın doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi" olarak tanımlanıyor.

Ne var ki, "halkın egemenliği" demokrasi olmadan sağlanmıyor. Ve pekişmiyor.
1923 Cumhuriyeti de gerçek bir halk egemenliğinin oluşmasını sağlayacak olan "demokratik" özden kopuk olarak ilan ediliyor.


Pratik yararı, Osmanlı Hanedanı'nın elinden iktidarı almak oluyor. Saltanat, babadan oğula geçemiyor. Osmanlı sülalesinin tekelinden çıkıyor.
Ama halka da yararı olmuyor. Çünkü, Cumhuriyet "tek adam" ve "tek parti" yönetimine dayalı bir diktatoryaya dönüşüyor. Halka Cumhuriyet Halk Fırkası dışında bir partiye oy vermek hakkı tanınmıyor. Çoğulcu bir seçim hakkından yoksun bırakılıyor.


Zaten, "devlet kuran parti" olarak nitelenen Cumhuriyet Halk Fırkası'nın da ideolojisini oluşturan "altı ok"da demokrasi yok. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik ve laiklik var ama "demokrasi" yok.
Cumhuriyet, demokrasi ile beslenmediği zaman sadece iktidar savaşında "siyasal" bir manevra olarak kalıyor. Nitekim, 1923'de de iktidar genelde askerlerin elinde, özelde de Mustafa Kemal Paşa'nın şahsında toplanıyor. Osmanlı'nın tekelinden çıkıyor.


Demokratik bir cumhuriyet kurulabilseydi, çoğulcu bir rejime kavuşulacak, halkın devleti denetleyen egemenliği doğacaktı.

Yetmiş yıla yakın bir süreyi, demokratik nitelikten uzak bir anlayışın etkilemiş olması cumhuriyetimizin doğuşundaki bu eksiklikten kaynaklanıyor. Devlet yeniden belirlenirken demokrasiden nasibini alamıyor. Askeri nitelikleri ağır basan, Osmanlı'nın yönetim mirasını içinde barındıran bir devlet yapısı oluşuyor.


Örneğin, "halk egemenliğini" hayata geçirecek olan "seçimler", tek partili bir sistem tercih edilmesine rağmen, olması gerekenden çok farklı bir biçimde gerçekleşiyor.


Seçim sistemini Çağlar Keyder şöyle anlatıyor:
"Adına seçim denen bir mekanizma yoluyla atanan mebuslardan oluşan bir meclis vardı. İki dereceli seçim sistemi, seçilen bir grup erkeğin (kadınların oy hakkı yoktu) kendilerine Ankara'dan yollanan listeyi onaylamaları anlamına geliyordu. Böylece, mebuslar Meclis'te hayatlarında hiç görmedikleri uzak köşeleri temsil ediyorlardı. Bu sıkı kontrole rağmen (daha doğrusu bu kontrol nedeniyle) yasama için mebuslara pek ihtiyaç duyulmuyordu: Hükümet ne Meclis'e karşı sorumluydu ne de yasama inisiyatifine ihtiyacı vardı. Mebuslar çok kısa sürelerle çalışıyorlar, herhangi bir kanunun Meclis'ten geçmesi için on-onbeş dakika yetiyordu. Bürokratlar sınıfı içindeki görünür rakipler tasfiye edilmekle kalmamış, her türlü denetim, muhalefet ve rekabet mekanizması da bertaraf edilmişti. Bu sınıf içi mücadelenin evrimi belki de bürokrasinin ekonomiyi denetlemekle göreli bir hareketsizlik içinde olmasına yol açan en önemli etmendi." (ÇAĞLAR KEYDER. Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 1989, İstanbul, S.72)


Bu uygulama, 1923 Cumhuriyeti'nin özelliklerini de saptırır. Onu "demokratik cumhuriyet" anlayışından çok daha farklı kılar. Bu özelliklerini Taha Parla son çıkan kitabında şöyle niteliyor:
"Cumhuriyetçilik, anti-monarşizm ve anti-teokratizmdir. Bu kadarı elbette ileridir, ilericidir. Ama Kemalist cumhuriyetçilik bundan ibaret değildir. İçi karizmatik şef sistemi, fiilen de resmen de hiyerarşik alt-şefler sistemi, tek-particilik, güdümlü seçim ve millet meclisi vb. ile doldurulmuş, anti-demokratik bir cumhuriyetçiliktir. Geleneksel siyasal kurumların ve meşruiyet teorisinin (saltanat-hilafet) yerine, ulusal egemenlik retoriği içinde, ulus egemenliğinin yönlendiricisi, hatta belirleyicisi olan şefin partisinin iradesi konmuştur."
(TAHA PARLA. -Türkiye'de siyasal kültürün resmi kaynakları- Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u -İletişim Yayınları, Kasım 1992-İstanbul- Sayfa 325-326)


Cumhuriyet'in bu "bürokratik" yapısı, onun sadece siyasetin değil, ekonominin de "patronu" yapar.
Cumhuriyet'in kuruluşunda da belirleyici olan ordu'dur. (Taha Parla, a.g.e., s.171)
Bürokrasi, Osmanlı Hanedanlığı'nın elindeki sarayın yerini almış, padişahın egemenliğini ikame etmiştir. O nedenle, bizim cumhuriyetimizi, sadece siyaseten değil, ekonomik olarak da incelemek, birinin diğerine nasıl tutamak yapıldığını görmek gerekir.
Bu ikili sarmal, birbirini payandalayarak, hem rejimin özelliğini oluşturmuş hem de egemenliğinin rahatça sürdürülmesini, kendini yeniden üretmesini sağlamıştır.


Bugün, "İkinci Cumhuriyet" tartışmalarında da, sürekli ve bazen de kasıtlı ihmal edilen en önemli noktalardan biri budur. Demokratik ve çoğulcu bir toplumu oluşturmanın temel şartı, bizim devletin elindeki ekonomik egemenliğe öncelikle son vermek, onu sistemin tek belirleyicisi olmaktan çıkarmaktır. Ekonominin vanalarını elinde tutan ve geleneksel anlayışı itibariyle de bunu bırakmak istemeyen asker-sivil bürokrasi, bu nedenle"devletin küçültülmesi" önerisine iyi bakmamaktadır.
Ekonomik egemenliğine son verilmedikçe, devletin yasakçı kural koyuculuğu da sona ermeyecektir tabii ki...
Bizdeki "devletçiliğin" nasıl bize özgü "özel" bir devletçilik olduğunu, Levent Köker şöyle vurguluyor:
"Kemalizmde bir tek-parti rejimini meşrulaştıracak hiçbir kalıcı öğenin bulunmadığı savının aksine, halkçılığın ve devletçiliğin bu boyutları, çok partili batılı bir demokrasiye izin vermeyi güçleştiren kalıcı öğelerdir. Devletçiliğin salt bir iktisadi politika ilkesi olmanın ötesinde, "siyasi fikri nazımlık" görevini de içermesi, Kemalizmin Türk toplumunun gelecekte erişmesini tasarladığı hedefler arasında, iktisadi kalkınmaya, ulusal-merkezi devletin güçlendirilmesine öncelik verdiği, demokratikleşme ile "bireysel özgürlük" ideallerinin, konjonktürel dalgalanmalara tabi ikincil bir konuma sahip olduğunu gösterir niteliktedir." (LEVENT KÖKER, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, 1990, İstanbul, s.121).
Saydamlık Yasak
1923 rejimi, hükümet programlarında "Kemalist Rejim" olarak niteleniyor.
Örneğin, 1 Kasım 1937 tarihinde göreve atanan Celal Bayar Hükümeti'nin programı, "şef"in ekonomi ile ilgili görüş ve direktiflerini şöyle anlatıyor:
"Bu yalnız Kemalist rejimin fikirlerde ve düşünce tarzında başardığı muazzam inkılabın değil, Türk tüccarına, adı bu memleketin en yüksek idealinin sinonimi olan şef tarafından verilmiş en şerefli en büyük ve o nisbetlerde mesuliyetli milli vazifenin ifadesidir.
Bunu bütün ticaret alemimiz, şükranlarla ve çok derin bir huzur içinde karşılamıştır.
Kemalist rejim, mülkiyet, ferdi mesai ve çalışma kıymetini, ekonomik politikasının esası olarak almaktadır. Kemalist rejim, ekonomiyi bir teknik diye kabul etmektedir.
Fakat Kemalist rejim milli menfaate uymayan, devamlı bir şahsi menfaat kabul etmemektedir ve etmeyecektir." (HÜKÜMETLER VE PROGRAMLARI, Cilt 1 (1920-1966), TBMM-ANKARA, 1988, s.62).
1923 Cumhuriyeti, 1937 yılında hala "Kemalist rejim" olarak anılmaktadır.
Bu "tek adam" anlayışı, sistemin kendini denetleyerek özgürleştirme şansını azaltmıştır. Her türlü özgür düşünce sistemin dışına çıkarılmıştır. Rejimin sahibi "ordu" olduğu için, bu, Atatürk'ün ölümünden sonra da, rejimin bir gereği olarak devam edegeldi.
Nitekim, Türkiye'nin kısa "demokrasi" tarihine üç darbe sığdı.
Kromozomlarındaki nitelikleri araştıramayan ve buradaki zaafiyetleri gideremeyen bir toplum olarak kaldık.
"İkinci Cumhuriyet" kavramının önemli özelliklerinden biri. 1923 Cumhuriyeti'nin "saydam" olamamasının altını çizmek için "İkinci" sıfatını kullanmasıdır. Yeni ve saydam bir özeleştiri imkanını toplumun kendi kendine tanımasını sağlamak amacıyla, "İkinci Cumhuriyet" denmektir.
Çünkü birincisinin asli sahibi, sürekli, ordu olmuş ve toplumsal özeleştiriyi iyi gözle görmemiştir.
Bu, ta 1924'ten gelen "kötü bir huy"dur. Anti-demokratik bir göz korkutma bizim "siyaset geleneğimize" saklanmış ve çarpıklıkların "eleştirilerek" yok edilmesine hiçbir zaman "yeşil" ışık yakılmamıştır.
Sistemin, "eleştirisine" nasıl baktığını, şu satırlardan izleyebiliriz:
"1924'ten sonra Kemalist grup gittikçe daha sekter biçimde davranarak önce eski İttihatçıları tecrit etmeye daha sonra da Mustafa Kemal'in muhtemel rakiplerini pasif konumlara itmeye girişti. Bu girişim iki aşamada tamamlandı: 1924'te, Meclis'te Mustafa Kemal'in kişisel yetkisini denetlemeyi ve sınırlamayı, tek başına iktidar olma eğilimini önlemeyi amaçlayan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştu. Bu parti, kuvvetler ayrılığı ve Meclis'in hükümet üzerindeki kontrolünün artmasını savunuyor. İstiklal Mahkemeleri'nin temsil ettiği keyfi yargı yetkisine son verilmesini istiyordu. Kemalist kanat Kürt isyanını fırsat bilerek bu partiyi kapattı ve milliyetçi hareketin eski kahramanları olan önde gelen üyelerini yargı önüne çıkardı. 1926'da Mustafa Kemal'i hedef alan bir suikast teşebbüsü, hakim kanat karşısında hala bir tehlike oluşturdukları düşünülen İttihatçıları içine alan bir fesat senaryosunun sahneye konulmasına imkan verdi. Yargılamalar sonucu önde gelen İttihatçıların bazıları asıldı, beraat edenler ise Mustafa Kemal'in ölümüne kadar siyasal hayatı terk etti. Böylece, İttihatçılardan Kemalist gruba girmemiş olanlar tasfiye edildi. 1927'de de, potansiyel rakiplerden bir grup daha sürgüne gönderildi ve bunlar kişisel olarak bağışlanmadıkları sürece ülkeye dönemedi. Kemalist kanat kendini, ancak 1929'da bu baskıları mümkün kılan Takrir-i Sükun Kanunu'nu askıya almaya yetecek kadar ölçüde güçlü hissetti." (ÇAĞLAR KEYDER, a.g.e., s.71).
Bugün de siyasal rejimimiz, 1923 dönemini incelemeye imkan vermemekte. Örneğin, Francisco Franco İspanya'sında bile rastlanmayacak türden kararlar, mahkumiyet gerekçelerinde yer alabilmektedir. Bunlardan bir tanesi, Mustafa Kemal'in "insan üstü özelliklerini" zapta geçirip, dönemin sorgulamasını yapmak isteyenleri hapse mahkum edebilmektedir.
Rejim, eski zamanlarını giderip, demokratik kanallardan yararlanarak saydamlaşıp, çağa uyum sağlama imkanlarını reddetmektedir. Anti-demokratik bir "miras" hala demokratik özelliklere ısınmadan yoluna devam ediyor.
Cumhuriyet'i "bürokrasinin" değil, halkın cumhuriyeti haline getirebilmek için demokratikleştirerek değiştirme önerisine "İkinci Cumhuriyet" denmektedir.
Bunun asla Fransa ile alakası olmayıp Cumhuriyet'in askeri yapısıyla "ilişik kesme" anlamına "ikinci" olarak tanımlanmaktadır.
Siyasal Egemenlik Ekonomik Egemenlik
1923'ten bu yana neredeyse yetmiş yıl geçti. Ama hiçbir sisteme dahil edilemeyen "bürokratik ekonomik yapı" ile aldığımız yol pek de doyurucu değil.
Rejimin "bürokratik" yapısını vurgulamak için, bir siyasal örnek verebiliriz.
1923, hem Komünist Parti Genel Sekreteri Mustafa Suphi'yi Trabzon'da boğdurtmuş, hem de liberal Maliye Nazırı Cavid Bey'i İzmir Suikasti nedeniyle astırtmıştır.
Kemalist rejimin, hem komünizme, hem liberalizme "aynı anda" karşı olması, onun hiçbir sistemden yana olmaması ve iki kutup olan liberalizmle, komünizmi kendine "eşit uzaklıkta" tehlikeli bulması, bizdeki, bize özgü "bürokratik ekonomik" yapının ilginç bir ispatıdır.
Bu yapı, 1992 yılının sonunda bizi şu noktaya ancak taşımıştır:
1. Halkın hala yüzde 40'ı kırlarda, yüzde 60'ı ise kentlerde yaşıyor. Bu tam iki asır önceki İngiltere'ye tekabül ediyor. Kır-kent dengesi açısından İngiltere'nin iki asır gerisinde bulunuyoruz.
2. Yirmi milyon çalışan insanımızın yarısı, yani on milyonu köyde, tarım sektöründe çalışıyor. Bunun da altı milyonu gizli işsiz. On milyon köylü nüfus. 12 AT ülkesindeki toplam köylü nüfusa eşit.
3. Ne devlet, ne de toplum üretken. 5 milyonluk herhangi bir Batı ülkesi kadar üretiyoruz. Örneğin, Norveç'in GSMH'sı bizden fazla.
4. Vergi vermiyoruz. Dört kişiden biri vergi veriyor. Vatandaşın vergileriyle, devlet hizmetlerinin yapılacağı, bu nedenle de, vatandaşın hizmetindeki devleti, giderlerini karşıladığı için demokratik imkanlardan yararlanarak denetleyeceği gerçeği topluma mal olmuyor.
1923'ün "demokratik ve üretken" olmayan yapısı, ekonomide ve siyasette demokratik kanalları tıkamasından kaynaklanıyor. İkinci Cumhuriyet, bu özelliği gidermek ve dönüştürmek amacıyla "ikinci" sıfatını kullanıyor. Çünkü bu zaafın giderilmesi, aynı zamanda 1923 Cumhuriyeti'nin kendine has özelliğinin de sonu demek olur.
Bu geri kalmış yapı içinde halkın ne ekonomik ne de siyasal egemenliği kökleşmekte, suni ve havada kalmaktadır.
Vergi verenler, vergilerinin "nereye harcandığını" denetleyecek durumda değildir. Çünkü bizdeki "devletçi ekonomik" anlayış, zaman içinde iyice yozlaşarak, bir "soygun sistemine" dönüştü.
Bunun temel ayakları şöyle:
1. Devlet Bakanları, 2. KİT'ler, 3. Teşvikler, 4. Gümrük fonları, 5. Bakanlıklarla iç içe çalışan özel vakıflar.
Türkiye'deki her türlü yolsuzluğu bu çember besleyerek, azdırmaktadır. Hiçbir siyasetçi ve siyasal kuruluş bugüne kadar bu "soygun sisteminin" temelini bertaraf etmedi.
Horzum davasından, Taşar'ın kardeşine kadar bizdeki her türlü siyasal yolsuzluk skandalının menbaı devlet bankalarıdır. Diğerleri de mekanizmanın garnitürü olmaktadır.
Halk, bu sistemi delerek, ödediği vergilere sahip çıkamıyor. Verilen vergileri "çar çur" eden bu anlayışı mahkum edemiyor. Kısaca, "devletin kendisine hizmet etmesini" sağlamak için verdiği vergileri halk kontrol edememekte.
Bu bizim cumhuriyette "halkın ekonomik egemenliğinin" olmadığını gözler önüne seriyor. Bu sistem devam ettikçe de, bunun mümkün olamayacağı iyice belli oluyor.
Halkımız, 1923 Cumhuriyeti'nin ekonomik rejiminin bugünkü dejeneransı nedeniyle "ekonomik egemenlikten" uzak yaşıyor.
Siyasal egemenlikten de kolayca söz edilemeyecektir.
Türkiye hala halkın oyu ile "seçilenlerin", tayinle gelen "atanmışlar" karşısında, protokolde gereken demokratik yeri almadığı bir ülkedir.
Hiçbir çağdaş ülkede olmayan Milli Güvenlik Kurulu, bizim ülkemizde hükümete "tavsiye"lerde bulunabiliyor.
Genel Kurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı'nın önünde olabiliyor.
Anayasalar, sürekli "asker süngüsü" ile yapılıyor. Bu nokta, hem rejimin kimliğini, hem de sahibini belli ediyor.
"İkinci Cumhuriyet" kavramı, "rejimin üzerindeki ordu vesayetini" terk etmek anlamına "ikinci" olarak nitelenmiştir. Tartışmalarda, bu noktanın altını sürekli ve çok kalın çizmemize rağmen pas geçilmektedir. Ya Fransa örneği verilmekte, y ada bunun daha önce söylendiği hatırlatılmaktadır.
"İkinci Cumhuriyet", bizdeki anayasaları sürekli ordu yaptığı için, yeni anayasaları "yeni bir rejim" olarak görmek eğiliminde değil. Çünkü tüm anayasaları yapan aynı otorite.
Rejimin koşulları, şartları ve egemeni aynı oldukça, değişen anayasaları yeni bir cumhuriyet ile irtibatlamak, hiçbir anlam taşımaz.
"İkinci Cumhuriyet", tüm toplumsal tabakaların katılımıyla, devlet çatısının üretken ve demokrat olarak yeniden çatılma önerisidir. Bunun için ne Fransa ile ne de kendinden önceki önerilerle benzeşmektedir.
Hala askeri yargı hayattadır. Aynı yasayı, özel bir askeri mahkeme bizde emirle uygulayabilir.
Bu askeri yapı, parlamentonun üniformalıları denetleme işlevini tutanaksız bırakıyor. Ülkemizde şüphe uyandıran hiçbir iddia, eğer üniformalıları ilgilendiriyorsa sorgulanmadı. Yargılanmadı. Sonuca ulaştırılmadı.
Ne 1 Mayıs katliamı, ne askeri darbeler, ne Mehmet Ali Ağca'nın Maltepe Cezaevi'nden kaçması, ne Locheed Rüşvet Skandalı, ne Gladio.
Bu "üniformalı" sorulara, Türk demokrasisi cevap getiremedi. Bunları aydınlatmadı.
Halk egemenliğinin kabesi sayılan "parlamento", egemenliğini kanıtlayamadı.
Halk oy verdiği temsilcileri vasıtasıyla, devlet ayrıntının içinde olup bitenleri de deşemedi. Yani kısaca, siyasal egemenliğini kullanamadı.
Verdiği vergiyi ve verdiği oyu denetleyemeyen bir topluluğa, cumhuriyet rejiminde yaşamak fazla bir anlam ifade etmese gerek. Çünkü böyle bir rejim anlayışı Saddam Hüseyin'in ülkesinde de, Hafız Esad'ın Suriye'sinde de var.
Oralar da cumhuriyet ama halkın egemenliğinden söz edilemiyor. Demokrasiden kopuk bir cumhuriyet sadece iktidar kavgalarına yardımcı oluyor. Ama halkı egemen kılamıyor.
"İkinci Cumhuriyet", cumhuriyeti "demokratik" yapma önerisidir.
Nasıl Yapmalı?
Türkiye'nin bu zaafiyetlerini gidermenin yolu temel atılımdan geçiyor.
Bunların başında, devletin ekonomik ağırlığının azaltılması geliyor. Ekonomik patronluğu sona eren devletin, ceberüt yaklaşımı da kuvvetsiz kalır.
İkincisi, parlamentoyu daha canlı ve doğal hale getirerek, rejimi üzerindeki askeri gölgeyi silmek. Üniformalıların "hukuka üstünlüğü" varmış gibi duran eşitsizliği gidermek.
Bu tedbirler, ekonominin kontrolünü halka verecek, egemenliği de seçilmişlerin ardındaki halka iade edecek.
Hem üretkenliğin, hem demokrasinin kapısı açılmış olacak.
Bu iki girişimin önündeki engel, hala kendini sorgulatmayan, saydamlığı tabularla boğmaya çalışan devlet yapısıdır. Onu demokratikleştirip, elindeki para gücünü halka verirsek, bu, "İkinci Cumhuriyet" sayılır.
Ekonomik güç dağılımı bugünkü durumda kaldıkça, devletin yapısını çağdaşlaştırmak da, demokratikleştirmek de olanaklı değil.
Onun için, işlerin süreç içinde düzeleceğini beklemek iyimserlik olur.
Buna ömrünün yetmeyeceğini bilenler, daha hızlı ve gerekli bir değişimi benimsiyorlarsa, bu da "İkinci Cumhuriyet"tir. Eski geleneklerimizdeki "anti demokratik" gölgeleri temizlemeden, önümüzü açamayız.
Bu yolu açmak istemeyen üst düzey asker-sivil bürokrasi ve dışa karşı korunan iç piyasadan nemalanan kapkaççı zengin üçgenin egemenliğini kısmanın çaresi, "İkinci Cumhuriyet"tir.
"Değişim gerekli" ama "İkinci Cumhuriyet" demeye de gerek yok diyenler, dört soruyu net cevaplamalı.
Geçmişe örtü örterek, toplumsal dokunun sağlığına yeniden kavuşmasını engelleyen anlayış ile anti demokratik yaklaşıma eşlik eden devletin ekonomik patronluğuna nasıl çare bulacaklar?
Rejimin yapısındaki askeri niteliği nasıl giderecekler?
Bizi nasıl üretken ve demokrat kılacaklar?
Cumhuriyetin temelindeki çarpıklıkları gün ışığına çıkarıp düzeltmeden, büyük çarpıklıkları nasıl düzeltecekler?


Mehmet Altan
TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ
Üç aylık fikir ve kültür dergisi
Sayı: 20 Güz 1992
Güz Gündemi / Cumhuriyet Tartışmaları